Author: on the way to wonderland
•21:55

Maslak TİM (Türker İnanoğlu Merkezi), altı yıldır dünyanın en çok izlenen müzikali Chicago’yu Türkiye’ye getirmeye çalışıyormuş. Yıllarca kapalı gişe oynayan müzikale gitmeyi gerçekten istiyordum. Derken! Babam elinde 5 adet Chicago biletiyle çıkageldi. Hem de ilk günü için en ön sıralardan alınmış biletler!

Neyse, 1 Ekim akşamı oldu, giyindik süslendik, saat 9'a çeyrek kala TİM’deydik. O an itibariyle bir şaşkınlık başladı bende. TİM’in otoparkı gayet boştu ve yokuşta park edilmiş çok az araba vardı. Bunun 2 sebebi olabilirdi: 1) Ya çok az insan gelmişti, 2) ya da millet akıllanmış ve taksiyle falan gelmişti... İçeri girince bu iki seçenekten ilkinin - yani korktuğumun gerçek olduğunu farkettim; salon bariz boştu! Saat 9’a 10 varken, salonun dolmasına dair bir umudum hala vardı – o da Türk insanının sanata en  düşkün kesiminin bile her daim geç kalmasıydı – gerçekten ‘sıfır zamanlama’ sahibiydik. Ülkemizin sanatçılarının(!) sahneye en az 1 saat geç çıkma alışkanlığının bizde ‘nasıl olsa asla zamanında başlamazlar’ görüşünü oluşturduğunu hesaba katarsak, tahminim doğru çıkmaya ve salon tam 9’da dolmaya başladı. İşin en acıklı tarafı, saat 9’u 5 geçe, orkestranın sahnedeki yerlerini almış olmalarına rağmen akın akın seyirci gelmesi! Neyse, hiç gelmeyebilirlerdi de! Saat 9'u 10 geçe ışıklar sönüp de sunucu sahneden bize seslendikten sonra, dansçıların sahneye gelmesi esnasında seyirciden hiç alkış gelmemesi, Chicago takımının moralini bozmuş olsa gerek ki, vasat bir performansla yaptılar açılışı. İlk yarıya kadar Chicago da seyirciler de yüksek bir tempo tutturamadı desem pesimist yaklaşmış olmam diye düşünüyorum.

Arada (sigara molasında) gençlerimiz birbirlerine nasıl uyuduklarını vs. anlatıyorlardı... Zaten şarkıların bitişini idrak edemeyip alkışları geciktirdikten sonra, biletlere onca para verip uyuyanları duyunca iyice şaşkına döndüm.

Aradan sonraki girişte, orkestra şefi şaşkınlığı aşıp kızgınlık safhasına geçmiş olacak ki, ilk alkış kendisinden geldi... Bir iki atladı zıpladı bizi kendimize getirmek için – işe yaradı diyebilirim. En azından şarkı sonlarını kaçırmadık. İkinci yarı ilkine nazaran daha enerjik ve daha dolgundu. Benim açımdan son derece eğlenceliydi de. Belki buradaki performansın dünya çapında ün kazancak kadar iyi olduğunu söyleyemem ama kesinlikle izlenmeye değerdi...

Son söz olarak, siyasetçilerimize ellerini parçalayana kadar şakşakçılık yapan insanlarımızın sanata bu kadar duyarsız ve saygısız oluşuna çok kırıldım, üzüldüm ve kızdım... Belki de her seferinde bunu farketmekten utanç duyuyorum! Yine de ümitsizlik mi? Asla.


NOT: Chicago 10 Ekim’e kadar TİM’de. Biletix’te bilet kaldıysa ve çok pahalı gelmezse bir bilet edinip izlemenizi tavsiye ederim.
Author: on the way to wonderland
•22:22
Bodrum Merkezin çarşı tarafında gezmekten sıkıldığımız bir akşamda Marina’ya doğru yürüme kararı aldık. Özellikle çok açken canım daha lezzetli ve kaliteli yemek yemek ister (hızlı bir kumpirden çok daha fazlasını). Zaten acıkmışken yediğim kaliteli bir yemek ve eşliğinde lezzetli bir şarap, müthiş bir hazla mutluluk verir bana. La Jolla Bistro Steak House & Wine Bar tabelasını gördüğüm anda, aslında başka bir mekanda yemek yemeye karar vermiştik. Kırmızı ete olan düşkünlüğüm ve özlemim sebebiyle ‘steak house’ yazısı beni çarptı ve tüm şımarıklığımla oraya oturmak istediğimi söyledim, reddedilmedim! ;)

Menüye bakmaya başladığımda steak başlığı altında yalnızca üç çeşit et yemeği vardı; 1. T-bone Steak, 2. New York Steak, 3. Filetmignon Steak. Bütün menüyü et yemeği beklemem gerektiğini yemeğin sonunda anladım; keza ikinci gidişimde de aynı yemeği yiyecektim! Filetmignon yemeye karar verdikten sonra, dergi kalınlığındaki şarap menüsüne geldi sıra. Üç çeşit şarap (beyaz, rose, kırmızı) ve bir şampanya başlıklarından, her ne kadar yaz günü de olsa; ‘etin yanına kırmızı şarap yakışır’ geleneğini bozmayalım dedik ve listeye göz gezdirmeye başladık. Bütçemizi aşmamak için “Anfora TRIO Pamukkale; Shiraz – Kalecik Karası – Cabarnet Sauvignon” seçtik ve sohbete daldık... Önce balon şarap bardakları ve şarabımız geldi. Bu sırada, duvarda asılı duran bir pano dikkatimizi çekti; Dükkan yazısı pek bir tanıdıktı. Hemen Bebek’teki Dükkan Burger geldi aklıma; ve evet. Dükkan kasabının etleri kullanılıyor La Jolla Bistro’da. İstanbul’da ‘Emre Mermer’in Dükkan’ olarak bildiğimiz Dükkan’ın etleri tartışmasız çok lezzetli. Bunu düşününce iyiden iyiye acıktığımızı hissettik ve önden ara sıcak olarak sipariş ettiğimiz ‘hellim ızgara’, ‘soslu mini köfteler’ ve ‘fırında mantar’ imdadımıza yetişti. Ara sıcaklarla beklentim iyice yükselmişti. 

Yemeklerimizden hemen önce bir kase dolusu kocaman parçalı deniz tuzu ile La Jolla Bistro’nun kendi yapımları olan bir Hardal servis edildi masamıza. Tam bu sırada, mekanın patronu Serdar Bey, herşeyin yolunda gidip gitmediğini öğrenmek için yanımıza geldiğinde kendisine neden soslu et yemeği bulunmadığını sorma gafletinde bulundum.

“İyi bir et yemeği, sossuz, güzel bir hardal ve saf deniz tuzuyla servis edilir.” 

cevabını aldım. Serdar Bey, bize hardalı koklamamızı önerdi ve nefeslerimizin ciğerlerimize kadar açıldığını hissettik. Bu meşhur hardal, kesinlikle ömrümde yediğim en acı hardaldı. Ancak bu acı can yakan bir acı olmadığı gibi, ağızda müthiş bir lezzet bırakan ve insanın iştahını kabartan bir acıydı. Lezzetli bir acı yani :)
Etlerin servis edilmesiyle beraber üzerlerine birer kaşık saf deniz tuzu serptik (deniz tuzu, İngiltere’nin Maldon Kasabasından geliyormuş; bu kasaba son on yıldır sadece deniz tuzuyla ünlenmiş), özel hardal bıçağıyla servis tabaklarımızın yanına hardal koyduk ve yemeğe başladık.

Abartmamakla beraber, hayatımın en güzel et yemeğini ve hardalını yedim La Jolla Bistro Steak House & Wine Bar’da.

Bodruma yolunuz düştüğünde Marina tarafına doğru yürümenizi, Marina alışveriş merkezinin hemen karşısında (bilenler için CookShop’un iki yanı) La Jolla Bistro’ya uğrayıp bu üç çeşit Steak’ten birini yemenizi şiddetle tavsiye ediyorum. Serdar Beyin yakın ilgisi, lezzetli şarabın eşliği, Dükkan’ın mükemmel lezzetteki eti ve hiçbir yerde bulamayacağınız o ferah ve müthiş kıvamlı hardalı size unutulmaz bir ziyafet ve sohbet imkanı sunuyor... 

Author: on the way to wonderland
•23:23

Herkese merhaba..
Uzun zamandır adı WONDERLAND olan blogumun adını MERILYN olarak değiştirdim; yazılarımı takip eden küçük bir ‘güzel insan’ çevrem var, bu sebeple bilgilendirmeden geçmek istemedim.
Ad değişikliğindeki başlıca sebep, son zamanlarda blog dünyasını daha yakından takip edip, daha çok okumam. Farkettim şu ki, çok cazip, hayalperest ve eğlenceli olduğu için bu ‘ismin’ çok sık kullanılması.. Kafa karışıklığına ve ‘pişti’ olmaya sebep olmamak adına ad değişikliği şarttı.
Peki yeni isim ne olacaktı?
MERILYN’in küçük, komik bir hikayesi var.. O kadar komik ki, içime işledi ve bir dönem MSN’de nickim haline geldi.
Hikaye şu: Beril bir gün Starbucks’a gider ve bir Latte sipariş eder. Beril’e adını sorarlar ve Beril cevaplar. Standın yanından peçete, şeker ve karıştırıcı aldıktan sonra kahvesini beklemeye başlar. Neyse, aradan 1buçuk dakika geçer ve Beril bardak elinde ilerlerken kahkaha tufanına tutulur [maalesef yanında kimse yokken hem de :)]. Çünkü bardağın üzerinde Beril yerine MERILYN yazmaktadır!!
Bugün, blogumun adını yüzümde büyük bir gülümsemeyle değiştirirken, Starbucks çalışanı bu arkadaşa bana yeni bir nick kazandırdığı için teşekkürü borç bilirim :).
Yine de:
Still on the way to Wonderland!
En kısa sürede yeniden görüşmek üzere…
Author: on the way to wonderland
•22:24

Sadece Aptallar 8 Saat Uyur; tarafımca çok geç keşfedilmiş bir kitap. Erdal DEMİRKIRAN, çoğu doktorun ve inandırılmış bilginin aksine, günde 8 saat uyumanın tamamen bir zaman kaybı olduğunu anlatıyor ve “aklı başında hiçbir insan, ömrünün üçte birini yastığa bağışlamaz” sloganıyla dimdik karşımızda duruyor.
Ana fikir; henüz bitirdiğim Philip KOTLER’in ‘Günümüzde Pazarlamanın Temelleri’ kitabı ve halen okumakta olduğum Jeffrey GITOMER’in ‘Satışın Küçük Kırmızı Kitabı’ ile aynı aslında: “Herkes uyurken uyanık olun ve çalışın!”


Bir roman denginde, kurgusal ama tam anlamıyla ‘uyandırıcı’ bir metin sunmuş Demirkıran bize.


Cin çarpmasıyla uyanan Kendyn (nam-ı diğer KENDİN), kurgusal bir cin ile içsel bir yolculuğa çıkıyor. Romanda bilge kişi rolünü üstlenmiş cin, bildiğimiz dile-benden-ne-dilersen cini. Başrol oyuncusu Kendyn, cinden ömrünü uzatmasını isteyince patlak veriyor ‘aptalların 8 saat uyumasının’ hikayesi. Cin günde 4 saat uyumayla ömrü uzatmanın mümkün olduğunu, bunun için kimsenin dilek cinine ihtiyacı olmadığını söylüyor. Büyük düşünür, ressam, mucit, bilimadamı gibi dünyada yüzyıllardır etkisi şok dalgası halinde devam eden yüce insanlardan örnekler görüyoruz romanda öncelikle. Roman, az uyuyan dahilerden verilmiş birkaç örnekten sonra, kurgu ve akıcılığından hiçbir şey kaybetmeden öğretici yönünü açığa çıkartıyor.


ÖMRÜ UZATMAK:


Başlıca Eylem 1: Az uyumak (asgari 4, azami 6)

Destekleyici Eylem 2: Uyku kaçırıcı bir hedef koymak (Da Vinci için resim yapmak, Keops için piramid inşa etmek vb.)

 Destekleyici Eylem 3: Yapılan iş ne olursa olsun, büyük düşünmek.

Romandan Eylem 3 için muhteşem bir açıklama geliyor bizlere: “Kendine erişilmez bir hedef seç ve ona aşık ol!”. Hedefin mutlaka erişilmez olmak zorunda olmasının yegane sebebi ise, insanoğlu için erişilen hedefin anında değer ve önemini kaybetmesidir.

Bu roman aslında tek tip insana hitap ediyor; sadece BÜYÜK ADAM olmak isteyenlere... Yalnızca ömür uzatmak için uykusuz kalmanın pek anlamlı olmayacağını, insanın uyanık olduğu her an çalışma kaydıyla başarılı olabileceğini ve insanlığa değer katabileceğini savunuyor (Yapacak işi olmayan adamın uyanmak için bir hevesi olmaz). Yani, yararlı olacağınızı bilerek uzun yaşamanın, salt uzun yaşamaktan çok daha anlamlı olacağını vurguluyor. Bu sebeple, az uyuyarak ömrünüzün çok daha fazlasına hükmedebileceğimizi ve başarılı olmak için çalışmanız gerektiğini paralel işleyen bir roman bu... “Fizana gitmeye yeltenen, komşu köye gitmeye erinmez” (sf. 236).


Eğer şu ana kadar 8 saat yerine 4 saat uyusaydın; her gün kendi gelişimin için 4 saat fazla zaman ayıracaktın ve şu anda alanında en iyilerden biri olacaktın” (sf.141)


Peki nasıl 4 saat uyku yeter?


1.) Yorganı kafana çekip uyumayacaksın ki beynin rahat çalışsın.

2.) Oda ısısında uyu ki beynin rahat çalışsın.

3.) Yatakta cenin gibi kıvrılma ki kasların gevşesin.

4.) Yatmadan 2,5 saat önce yemek yeme işlemini tamamla ki hazım süreci uykuya sarkmasın.


gibi çok bilindik ama asla uygulanmadık maddelerin yanı sıra, kitabı merak etmenizi, temin edip okumanızı sağlamak amacıyla buraya maddelemediğim çok sıra dışı eylemler, nedenleri ve faydalarıyla birlikte sunulmuş durumda bizlere.


Ayrıca uykunun vücudu en çok tatmin ettiği zaman dilimleri de romanda işlenmiş. Özellikle bilinçaltı, bilinçüstü ve enerji konularına meraklı olanların ilgisini çekecek ve uyku kalitesi sebebiyle uykuyu yeterli edinebilmeyi sağlayan bir dolu madde mevcut romanda. Ve dediğim gibi, roman kurgu özelliğini kaybetmediğinden son derece akıcı. Demirkıran’ın anlatım samimiyeti ve ince mizahı da bir o kadar eğlenceli.


Devam edecek olursam, romanın en öğütleyici tarafı, uykuyu 4 saate kadar çekecek reçete ve çizelgeyi aktarması. Aynı zamanda kişinin kendisiyle yüzleşmesini sağladığı için de, kişisel gelişime ilgi duyanların da zevkle alarak okuyacağına inanıyorum.


Metnin didaktik kısmının tamamlanmasıyla birlikte, Demirkıran kurgusuyla akıcılığına okurun ilgisini kaybetmeden devam ediyor. Dr. Kendyn Sandyn, değişimini yaşadıktan sonra son derece yararlı ve başarılı doktora, aynı zamanda da kitleler tarafından peşinden gidilen (33 doktordan oluşan bir kitle) bir lidere, bir bilgeye dönüşüyor. Almamız istenen mesaj, bu öğütler ve uygulamalardan sonra başarıya ulaşmış uzun ömürlü BÜYÜK ADAM olacağımızın garantisi – en azından kayda değer bir çabayı bile takdir etmeyi ve birşeyler yapıyor olmanın verdiği gururla gelen hazzı hissetmeyi öğrenmemiz mümkün.


Son olarak, Demirkıran’ın roman boyunca değindiği farklı alanları da aktarıp yazımı tamamlayacağım. Bu noktadan sonrası, benim romanda en çok hoşuma giden (birbiriyle alakasız olan paragraflar da olsalar aktarmak istediğim ve sizde merak uyandırabileceğini düşündüğüm) cümlelerden oluşuyor.


KISA KISA:


1.) “Ninni bir eğitimdir. Uyumak üzereyken bilinç neredeyse tam olarak kapanıyor ve bilinçaltı her zamanki gibi yine sonuna kadar açılıyordu. Anneler-babalar da buraya ya lahana dolduruyor [dandini dandini dastana, danalar girmiş bostana, ... , yemelisin lahanayı] ya da kainatın anahtarını koyuyorlardı.” (sf.133)


2.) “Dünyada en çok iki tip insanla karşılaşacaksın. Birisi ‘dolu dolu yaşadım!’ diyecek, ötekisi de ‘dolu dolu yaşayacağım!’ diyecek. İçlerinden çok azı da ‘dolu dolu yaşıyorum!’ diyebilecek. Bil ki ilk ikisi yaşamıyor!” (sf.162)


3.) “İnan bana ‘insanlar ortalama 60 yıl yaşar!’ diye ömürlerinizi bile kısalttınız; çünkü insanlar 50 yaşlarından sonra El-Ezize’nin kavurucu sıcağında gölge bekler gibi kalp krizi beklemeye başladılar. 150 yıl yaşayacağına inanan kaç kişi gösterebilirsin?” (sf.189)


Uzun lafın sonu: Öğretilmiş/İnandırılmış bilginin doğruluğundan şüpheniz varsa, ‘herkes böyle yaşıyor da doğru mudur ki?’ diye bir soru aklınıza bir kez bile geldiyse, Erdal Demirkıran – Sadece Aptallar 8 Saat Uyur; okunmalı.
Author: on the way to wonderland
•23:12

Sonunda üniversiteden mezun oldum ve iş arama sürecindeki tatildeyim. Bol bol kitap okuyorum, degileri baştan sona inceliyorum. Son birkaç kitap alışverişim esnasında D&R’daki kalabalık beni umutlandırmıştı; kitap satışlarında bir hareketlenme olduğuna dair seviniyordum. Ta ki her sayısını takip ettiğim NOTOS’un 23. sayısının Semih GÜMÜŞ tarafından yazılmış ilk sözünü okuyana dek... Sektörün kıdemlisinin ağzından kitap satışındaki düşüşün yüzde 70’lere vardığını içim sızlayarak okuduğumda, bir kez daha umutsuzluğu hissettim.


Bir yandan National Geographic seyredip, Asya’nın ya da Afrika’nın kabilelerini, hayatlarını ve kültürlerini gördükçe ülkemizin gelişmiş, endüstriyel konumca ileride ve ‘modern’ olduğuna kanaat getirdiğim noktada bile, Avrupa seviyesinde olduğumuzu idda edebilmemiz için daha bir kütüphane dolusu kitap okumamız lazım...


Ülkemizde sanata, kültüre ve bilgiye verilen önem öyle bir noktadaki...


Bir yandan Akbank ve Garanti Bankalarının sanat etkinlikleri, Jazz Festivalleri, Operalar, İKSV Film Festivalleri, İstanbul 2010 Kültür Başkenti Etkinleri ve sayamadığım daha nice etkinlikler memnun edici ve hatırı sayılır bir oranda devam ederken, diğer yandan düştükçe düşen kitap ve dergi satışları oranı yayıncılık sektörünü tehlikeye sokuyor; nice müzisyenler, ressamlar ve diğer sanat dalları mensupları projelerini gerçekleştirecek maddi birikimi bulamıyorlar...


Görünen o ki, ülkemizdeki etkinlik ve projeler, estetik algımızı geliştirmekte ve sanatın önemini anlamamızı pekiştirmekte yetersiz kalıyor. Halbuki internetin yaygınlaşmasıyla inanılmaz hızla artan ‘bilgiye erişim’ ve sınır tanımaz paylaşım sayesinde sanat ve estetik yabana atılamayacak kadar yakınımızda. Muhtemelen çevremizdeki üç kişiden ikisi blog sahibi; gerçekten değerli görüşler paylaşan, kıymetli bilgiler aktaran insanların sayısı bir hayli yüksek. Yine de gözardı etmemiz gereken gerçek, kendimize yazıp kendimize okuduğumuzdur. Benim bu yazdıklarımı blog’umun okuyucuları zaten biliyorlar. Sorun da tam olarak bu. Bir avuç insan, başka bir avuç insana ulaşabilme çabasıyla sabır ve ümitle uğraşıyor...


Yine de bu yazılanlar evine 600TL getirebilmek için ağır işlerde koşuşturanlara (ulaşabilip okumalarını sağlasak bile) bir şey ifade etmiyor; evlerine yorgun argın geldiklerinde Dostoyevski okumalarını beklemek ya da haftasonu eğlenmek üzere pikniğe gitmek yerine resim sergilerini gezip tiyatro izlemelerini beklemek ne kadar anlamlı; bilemiyorum.


Bu yazı, ekonomi-devlet-millet-meslek-sanat konularını bağımsızlarmış gibi varsaymadan ve kendisi içinde bir kısırdöngüye oturmadan önce aktarmak istediklerimi anlatabildiğimi umarak bitmeli...


NOT: Eğer bu yazıyı yazmamı sağlayan o ‘ilk söz’ü merak ettiyseniz, NOTOS’un Ağustos- Eylül 23. sayısını D&R’da dergiler standından rahatlıkla temin edebilirsiniz. Hadi merak etmediniz varsayayım; o zaman da e-kitap nedir, ne değildir, detaylıca merak edenler için de bu sayıyı öneriyorum. NOTOS hakkında detaylı bilgi için:
 

Author: on the way to wonderland
•05:08

Hiç sebepsiz huzursuzluklarım, huysuzluklarım olurdu eskiden... Hayatımdaki danışılabilecek güvenilir insanlara danışırdım; dostlarıma, anneme, ablama... Yıllarca aynı öğüdü verdiler bana: “Kendine vakit ayır, kendinle yalnız kal, sevdiğin şeyleri yap, kendini tanı...” ve benzeri cümleler. Anlamadım demek istediklerini. Hele önceleri, “ Ne yani, kendimi odama mı kapamalıyım? Görüşmemeli miyim kimseyle” gibi düşüncelere kadar çekiştirdim söylenenleri. Şimdi biliyorum ki, zamanı gelmedikçe anlaşılmazmış sözler... Ve anlıyorum ki alınganlık, ego, korku engellermiş dostlara bile güvenmeyi; altında hep birşeyler aranırmış sözlerin...

Beni tanıyan bilir; hep bir huzur arayışındayımdır; durgunluk ve güven huzur verir bana derim. Uzun zaman oldu huzuru aramaya başlayalı. ‘Eşref Saati’ derler ya, - anlamını geç öğrensem de sevdim – işte O’na erişene kadar aradım durdum. Keşfim de oldukça yeni zaten... Son birkaç seferdir dikkat ettim gerçekten huzurlu olduğum anlara. Huzur deneme – yanılma değilmiş; huzur hissedip – anlamaymış...

Saat 03:51 (am). Ne hissettim? Ne anladım...?



Çok yorucu bir gün geçirmememe rağmen, geçen haftaki İlkbahar Tatili’nden sonra üzerime oturan Pazartesi günü sendromunu Salı da atlatamadım ve iki saat derse gittim bir saat de ders çalıştım diye yoruluverdim. Öğrenci işte; yorulmaya meraklı. Yorgunluk banyosu da yaptım sıcak sıcak, iyice çöktü uyku üzerime... Halbuki ödev falan yapmayı planlıyordum. Sonra - tabir-i caizse – yalan oldu ödev yapma gazı. Gelinen nokta: “Eeee? Sanki şarap mı alsam?”

Şaşılacak şey değil söz konusu benken. Hele bir de parti vardı okulda; gitmemeye binlerce kararsızlık sonunda karar verince (e şimdi millet partide içiyor ya!) içmemek olur muydu? Olmazmış. Şarabımı aldım geldim odaya. İlk bir bardak bitmedi gitti; saati gece bir etti! Gece birde aldım elime kitabımı (Paulo Coelho – Brida). Brida ruh eşini aradıkça yudum yudum içtim Öküzgözü’nün tadını ala ala. Bir de şarkıyı loop’a aldım (ŞİDDETLE TAVSİYE): Fleetwood Mac – Songbird. Kulağımda hatun “seni seviyorum, seni seviyorum, daha önce hiç sevmediğim kadar” derken ve gözümün önünden “Ancak arzularımızı, isteklerimizi kabullenerek kim olduğumuzu anlamaya başlayabiliriz” –vari cümleler aktıkça huzurumun arttığını; ayağımı uzattığım yurt komidininin bile rahat geldiğini hissettikçe aradığım ‘şeyi’ tesadüfen farkettim... Demek ki eşref saati gelmiş... Mi? Sanırım... Umarım...

Peki. Yarın üç saat blok dersim varken, dünyevi dünyadan sıyrılmış, huzurumun tadını çıkarıyor muyum? Çıkarıyorum ve hiç pişman değilim... Uyanamasam da, derste uyuklasam da biliyorum ki ‘an’ın tadını çıkarıyorum. Diğer bir öğüt (kendime verdiğim): “Dün de bir gün önce ‘bugün’dü, yarın da bir gün sonra ‘bugün’ ve bulunduğun an aslında üçe ayrılan zaman diliminin tek hali; ‘an’, ‘şu an’ ve ‘bugün’”. ‘Carpe Diem’ yaşayanlara hiçbir zaman anlam verememiştim; kıskanmıştım, kıskandıkça nefret duymuştum çünkü zamanı gelmediğinden anlamamıştım...

Şimdi... Tam şu an... Hayatımın anlamı aslında çok basit gözümde. Zamandan, mekandan, dünyadan bağımsız bir huzur... Hani milletin ‘cennet’ten beklediği tarzda. Saat 04:20 (am). Ve ben kendi cennetimdeyim... Şaraptan derelerin aktığı, aşkın havada koklandığı, kelimelerin gözümün önünden uçuştuğu, huzurun iliklere işlediği ‘cEnnet anında’yım... Ve anladığım tek şey; zamanı gelmedikçe anlaşılmazmış sözler; yaşanmalıymış... Huzur...

Artık eskiden uzun yolculuklarda olduğu gibi uyuyakalmıyorum; arabanın camını açıp vadileri kokluyorum, yeşilleri izliyorum....
Author: on the way to wonderland
•01:54

İnsanların hayatın anlamını yüzyıllardır aşk üzerinden aradıklarını savunuyor Hande Altaylı romanının bir cümlesinde. Eğer bu savı doğru kabul edersek, “Aşka Şeytan Karışır” romanından öğreneceğimiz çok şey var. 

İster aşk romanı olsun, ister Freud olsun, ister didaktik bir roman olsun; altını çizerek okuyorum bir süredir kitapları. Hande Altaylı’nın bu romanında öyle yerler vardı ki, tüm sayfanın altını çizeceğim korkusuyla sayfanın köşesini kıvırdım.

Önceden belirtmek lazım; renkleri siyah ve beyaz, insanları da iyi ve kötü, ahlaklı ve ahlaksız diye ayırıyorsanız muhtemelen roman sizi çok rahatsız edecek. Bir de aldatmak ve aldatılmak romanda işlenen ana konulardan; zaafınız varsa dikkatli olun.

Romana dönelim... Her ne kadar ‘esas kız Aslı’ ve ‘esas oğlan Ömer’ başı çekseler de, romandaki diğer karakterlerin varlığı da son derece gerçek ve vurucu. ‘Esas kız Aslı’ ölen teyzesinin son sevgilisine aşık olur. İki yıl sonra, sevgilisinin karısından ayrılma niyeti olmadığı için sevgilisini terkeder ve kayıplara karışır. Okumamışlar ve okumak isteyenler için hikayeyi anlatmaya yanaşmıyorum ama bir kadının tutkulu ve şiddetli bir aşkı atlatmasının – atlatma çabasının – tüm basamakları bu romanda mevcut. Eğer insanın doğasını, en kuralsız, en çiğ, en bireysel ve en içgüdüsel halini yazmaya çalışsaydım ve başarabilseydim; insanın yapabileceklerini, kural tanımaz, limitsiz, belki de en engellenmemiş ve doğal halini yazabilseydim ortaya bundan farksız bir roman çıkardı. 

Hande Altaylı’nın savunduğu bir diğer düşünce ise, ‘bir insanın yapabildiğini tüm insanlar yapabilir’ savı. Mesela, ‘büyük konuşma, başına gelir’ denmesinin sebebi bu olabilir. Çoğumuz ‘asla yapmam’ dediğini yapmış olabilir; bu ‘seni asla affetmeyeceğim’, ‘bir daha asla ağzıma alkol sürmeyeceğim’ gibi de olabilir, ‘asla evli biriyle beraber olmam’, ‘ asla arkadaşlarımın sevgililerine bakmam’ veya ‘asla aldatmam’ gibi de... İnsanların yapabileceklerinin sınırını bilmek; en kuralsız, sınırsız halleriyle gelebilecekleri en uç noktayı gözlemlemek ve kabullenmek hem korkunçtur, hem de gerçekçidir. Korkunçtur, çünkü yaradılış itibariyle aynı sınırsızlık altında sergilenebilecek davranışlar potansiyel olarak herkese özgüdür; buna siz de dahil. Gerçekçidir, çünkü hayatta böyle kimselerle karşılaşma potansiyeliniz her an için vardır. Kısaca, hayatta herşey mümkündür; her olay ve davranışa karşı soğukkanlı kalabilmeyi bilmek gerekir. Yargılanan, ayıplanan davranışların doğamız gereği bizim tarafımızdan da sergilenmesi her an mümkündür ya da bu davranışlarla karşılaşmaya sandığımızdan da yakınızdır.
Bana kalırsa bu noktadaki en önemli konu, öncelikle doğamızın bize yaptırabileceklerini kabullenmek, şiddetle kınamak yerine mantık yoluyla ve soğukkanlılıkla reddetmek (veya kabul etmek) ve davranışlarımıza yön verenin yaptığımız seçimler olduğunu bilmektir. Zaten bizi farklı kılan düşünebilmek yeteneğimizse, aklımız içgüdülerimize ve içgüdülerimiz aklımıza eşlik etmekle mükellefse, seçimler aslında hayatımızın bizzat kendisidir. Ve kendi seçimlerimiz bizim ne veya kim olduğumuzu tanımlar...
 
İşte aşk üzerinden insanın sınırlarını anlatmaya çalışıyor bu roman. Belki de söz konusu insan olduğunda, duyduğumuz, gördüğümüz, şahit olduğumuz, tecrübe ettiğimiz her şeyin mümkün olduğunu gözler önüne seriyor. İnsanı tanımaya cesareti olan herkes okumalı; hem de altını çize çize...

Author: on the way to wonderland
•02:01

Rüzgarsız bir mayısın gün doğumunda küçücük bir gölün dalgalı olması ne kadar mümkünse, şeritler halinde bulutların arkasına saklanmışken kuzey yarım küreyi aydınlatmaya yemin etmiş güneşin de insanın içine huzur yağdırmaması o kadar mümkün. 

Çok garip ve hüzünlü bir sabah. Saat 6 civarı. Göl dalgalı ve bu muhteşem manzaraya bakarken içinde burukluk küçük ve zayıf bedeninde gizlenemeyecek kadar hissedilir. 

Manzara, dünyadaki en yetenekli ressamın elinden çıkmış bir tablodan bile daha güzel... Tanrı’nın haberi insanlığa... Sabah oldu, uyanın, bakın.

Gölün karşısında, yeşilliklerin en tepesine dikilmiş elektrik direği arşa ulaşmış sanki, güneşi gizlemeye niyetli, sanki elini uzatsan tutabilecekmişsin gibi parlayan bulutlar yetmiyormuş da...

Bir ördek, kuğu zarifliğinde süzülüyor yavaşca suyun üzerinde, gerisinde gittikçe büyüyen bir iz bırakarak. “Ben buradayım” diyebilmenin en saf hali...

Göl yükselmiş, yaza hazırlık yapan sırf canlılar değil...

Güneşin şımarıklığı tutmuş bugün; bir görünüyor, bir gizleniyor, istenmeye hazırlanan nazlı genç aşık bir kız gibi. Ya da karar veremiyor tam karşısına oturmuş şu kalbi kırık kızı ısıtsa mı ısıtmasa mı.

Bir tüy süzüle süzüle önüne kadar geldi kızın; kız elini uzattı, suyun üzerinden kurtardı sürüklenen tüyü saklamak üzere. Ne garip, tüy ıslak bile değil... Tüyün sahibi tam şu anda kızın sadece biraz ötesinde, karaya çıkmış kendisini temizliyor. 

“Arınmak ne güzel şey, Tanrım” diye geçiriyor kız içinden. Keşke bu huzurdan çıkıp beton yığınına hiç dönmese. Keşke yelkovan akrebi kovalamaktan vazgeçse, keşke hayat güneşin doğuşu kadar şevkatli ve umut vaad edici olsa...

Keşkeleri bırakalım bir kenara
Sıkıntımızı çıkaralım açığa
Fırlatıp atalım dalgalı suya
Sürüklense geri gelmemek üzere bir daha...

Önde anne ördek, arkasında sırayı bozmadan onları takip eden beş bebeği... Kız, çirkin ördek yavrusu masalını düşündü. Mutsuzluğun ne kadar kolay olduğunu, derinlerde herkesin aslında bir parça mutsuzluktan asla kaçamadığını... Baktığı her yüz biraz hüzünlüydü aslında. Her yüzde kalmış acıların izleri. O kadar kötü değil demek ki hüzün, herkes tattığına göre...

Çok duygusal.
Çabuk etkileniyor.
Ağlamaklı sebepsiz.
Duygulu...

Hele bir de müzik eşlik ediyorsa hüznüne. Bu sessizlikte tek başına. Bu manzara, bu melodi, bu hayat...

Hayat...

Neyi özlediğini bilmeden sadece özlem hissediyordu, tatlı bir burukluk.

Tek bir melodi anlatabilir kelimelerin anlatamadığını. Okunan kocaman bir kitap, izlenen onlarca romantik film, bakılan heykel, resim, ağlatamazken tek bir melodi, tek bir şarkı burnu kızartır önce, çeneyi titretir, katıla katıla ağlatır...

Ne kadar çok duygu var insanın içini dışına taşıran da bir türlü tasvir edilemeyen. İnsan ne kadar yüklü, ne kadar da dolu. Taşıması, bastırması, susturması ne kadar zor aslında da bu kız duvar gibi ifadesiz bir yüzle oturuyor orda. İçinden neler geçiyor, bütün baktıkları, gördükleri neler hissettiriyor ona da o ustaca saklıyor. İçi kan mı ağlıyor yoksa sevimli bir bahar sarsıntısından mı ibaret hisleri? Hasret mi çekiyor? 

Yüzünü okumak imkansız, hele dillendirmek söz konusu bile değil. 

Kaygıları bırakmış gül bahçesinden geçerken, gömmüş toprağa. Hislerini kabullenmeye, hatta yaşamaya gelmiş gibi bir hali var. Keyifli mi hüzünlü mü, belli değil. Belki tam ortası. Belki ikisi de. Belki hepsi. 

Çok şey hissediyor...

(2009)
Author: on the way to wonderland
•00:45

 Dünya Klasikleri okumaya karar verdiğim bir dönemdeyim. Yalnız, bu kararıma ‘Madame Bovary’ ile başlamış olmak, okuma alışkanlığımı sorgulamama sebep oldu. Genellikle, okumaya başladığım bir kitabı en geç üçüncü – dördüncü günün sonunda bitirmiş olurdum; doğru mu yanlış mı bilemiyorum ama zaten mezun olmak üzere olduğum için kendime zaman ayırmam zorken ve gelecekle ilgili tereddütlerim kafamı iyiden iyiye kurcalarken kitap okumak kendimi iyi hissettiriyor; satın aldığım tüm kitapları da mümkün olan en kısa zamanda okumak istiyorum. İşte ben böyle ‘bütün kitapları okuyacağım’ derken ‘Madame Bovary’ inanılmaz detaylı tasvirleriyle okuma hızımı epey yavaşlattı; geldiğim yere kadar iki hafta geçti. Klasikler aslında konusuyla sürükleyicilik değil de, dili ve anlatımı ile edebiyatın güzelliğini göstermeyi hedeflemiş izlenimi bıraktı üzerimde. Tam da bu noktada, belki de klasiklerden, olması gerektiği kadar çok sayıda okumadığımdan, belki de klasiklerden tat almayı ve özümleyebilmeyi öğrenmeyi istediğimden, diğer yandan da ‘çok okumak’ tatminimden vazgeçemediğimden ötürü, ‘Madame Bovary’ ye ara verip, bu süre içerisinde akıcı bir roman okumayı tercih ettim. Özellikle cep boy kitaplara duyduğum sempati, kitap alışverişim esnasında onları es geçmememe sebep oluyor. Yine D&R’da alışveriş yaptığım günlerden birinde, cep kitaplarının durduğu rafların önündeyken gözüme ‘Kızlar Aşık Olmaz’ çarpmış ve satın almıştım. ‘Madame Bovary’ ye ara verdiğimde bu kitabı okumaya karar verdim.
Gerçekten de okuma alışkanlığıma uygun bir yapısı var kitabın; iki gün içerisinde bitirdim. Roman, üç kişiden oluşan bir arkadaş grubunun, kendi liselerindeki ilişkiler üzerinden, kadınların sadakatsizliklerini ve yalanlarını ortaya çıkarmak için giriştikleri bir deney üzerinden ilerliyor. Kitaptaki ana üç karakter –Lefter, Çisil ve Burak– deney boyunca aşkı sorgulamakta, ümitlerini kaybetmekte ve aldatılmayacakları, dürüstlükle yürüyecek bir ilişki bulamayacaklarını düşünmektedirler. Nitekim, liselerindeki en masum görünüşlü kızların bile sevgililerine sadık olmadıklarını açığa çıkarırlar. Dikkatimi çeken ilk ayrıntı, bu grubun üyelerinden birinin kadın olmasıdır; Çisil. Roman boyunca erkeklerin kadınlardan hala ümitli olduğunu belirten tek ayrıntı Çisil’dir; ta ki biz onun da iç çalkantılarına seyirci olana kadar... Romanın sonunda Çisil’in de, kadınlardan tamamen ümidi kestiğini düşündüğümüz ana karakter Lefter’le olan ilişkisinde (aslında Lefter’in son umudu Çisil’dir), roman boyunca anlatılan tipik kadın karakterinin davranışını sergilediğine şahit olduğumuz anda ‘bütün kadınlar aldatır, ikiyüzlüdür’ mesajı alıyoruz yazardan.
Roman bittiğinde, bir kadın olduğum halde, sinirlenmedim yazara, hatta bu romanı okuyan kadınları düşünmeye yönelttiğini düşündüm. Yine de benim gerekçelerim yazarınkiyle aynı  olmayabilir; kadının genlerinde olan bir karakter yapısından değil de, bu toplumda, ailenin, tabuların uyguladığı baskıdan hala kurtulamamış kadının davranış biçiminden bahsediyorum. Yasaklar, ayıplamalar, cezalandırmalar dur durak bilmiyor hala toplumumuzda. Bir kadının dürtülerini, varlığını, isteklerini keşfetmesine, kabullenmesine ve yönetmesine hala izin verilmiyor ve çok az kadın, herşeyi reddederek kendini keşfetmeyi başarıyor.
Bunun yanı sıra, romanın lise çağındaki gençler üzerinden ilerlemesi ise henüz kendini tanımayan ve ne istediğini bilmeyen, dürtülerini mantık çerçevesine oturtamadan, bir yandan toplum kurallarına karşı çıkmayı içten içe istediği halde diğer yandan toplum tarafından ayıplanma korkusunun davranışlarına yön vermesine bilinçsizce izin veren kız karakterlerin yazarın tezini kanıtlamada işini biraz daha kolaylaştırdığını düşünüyorum. Yine de, üniversite çağını ele almış olsaydı, romanın tüm gerçekçiliği kaçardı; üniversite tuvaletinde dedikodu yapmak üniversite kızlarının pek de rağbet ettiği bir şey değildir; en azından benimkinde.
Yine de, romanda anlatılan bu ‘aşkı bilmezlik’ ve ‘aşkı acımasızca ayağa düşürme’ hallerinin kadınların lise çağlarında olduğu gibi ileriki hayatlarında da devam ettirdiğinden emin değilim; en azından bir kısmının. İnsan (kadın-erkek ayrımı yapmaksızın) denemeli, görmeli, hata yapmalı, acı çekmeli ve çektirmeli ki kendini tanıyabilsin; isteklerini, beklentilerini keşfedebilsin ve kendini, kendi prensipleri ve kuralları çerçevesinde (toplumun değil!) yönetebilsin. Hiçbirimiz egomuz, gururumuz, mutluluğumuz yerle bir olsun istemeyiz; hepimizin içinde birer egoist yatar hatta. Önemli olan bu egoyu yoketmek değil, yönetebilmektir.
Cem Şancı’nın romanını da beğenmemin en büyük sebeplerinden biri, her şey olup bittikten sonra Burak karakterinin kurduğu cümle oldu:
“İnsan aşkını ve nefretini kontrol edemiyorsa, geriye ne kalır dostum? Bizleri, rüzgarda savrulan bir yapraktan daha anlamlı canlılar yapan şey hayatımızı kontrol edebilmek yetisi değil midir?” (sf. 305)
Cem Şancı’nın, bu romanında karakterlerini bu kadar açıkça aktarabilmesi diğer romanlarını da en kısa zamanda satın alıp okuma planı yapmama sebep oldu. Çisil, romanın ‘umutsuz son’ la bitmesine neden olduysa bile, roman bittiğinde ben umutsuz değildim; erkekler için de kadınlar için de her zaman bir yerlerde uyumu yakalayabilecekleri birileri vardır bence. O ‘mükemmel’ erkeği ya da kadını bulmanızı asla dilemiyorum; ‘uyumu yakaladığınız’ kişiyi bulmanız dileğiyle...

Author: on the way to wonderland
•00:28

Gittim, döndüm de... Yazdım yazdım, sildim, yırttım, kendime sakladım. Yeniden paylaşabilir noktama gelene kadar pusuya yattım. Yapılacaklar listem uzadıkça yazdıklarım git gide kısaldı, anlamsızlaştı; iki arada bir derede karalar oldum.


Bu satırları yazdıktan hemen sonra okulumda MBA Kulübü’nin düzenlediği ‘Pazarlama Sohbetleri 6’ isimli bir dizi pazarlama tekniği sunumundan oluşan etkinliğe katıldım ve Mey İçki’nin ‘Yeni Rakı’ marka müdürü Nejat Bey’in sunumunu dinledim. Nejat Bey, Sabancı Üniversitesi’nden 2001 yılı MBA mezunu; gerek sempatik sunumu gerekse ‘Yeni Rakı’nın pazarlama tekniğinin etkisi, şahsen ‘Pazarlama Sohbetleri 6’ nın gözdesiydi gözümde.

Bu dipnotu geçelim. Yukarıdaki paragrafı yazdıktan sonra bu sunum ilaç gibi geldi bana; inleyen nağmeler eşliğinde alkolden ne kadar ilaç olursa artık! Durum şu: Yeni Rakı’nın ‘Hayata YENİden Bak’ kampanyası anlatılırken, Yeni Rakı’nın bu kampanya için işbirliği yaptığı ajansı (Wunderman) ve bu kampayada çalışan tüm reklamcıları takdir ettim; çok başarılı bir iş çıkarmışlar; etkileyici olduğu su götürmez bir gerçek. İşin kişisel boyutu ise şöyle: kendime sakladığım yazılardan biri olan ‘Koşuyoruz’; Yeni Rakı reklamında içerik olarak daha anlamlı ve sonuç odaklı olarak karşıma çıktı. Önce ‘Hayata YENİden Bak’ kampanyasının ‘Hayat Su Gibi Akıp Gidiyor Mu?’ metnini, sonra da sorguladığım halde anlamlandıramadığım ‘Koşuyoruz’ adlı yazımı aynen aktarıyorum.


HAYAT SU GİBİ AKIP GİDİYOR MU?


Hayat bir koşuşturma içinde geçip gidiyor.
İşe yetişmek için koşturuyoruz.
İşi yetiştirmek için koşturuyoruz.
Sürekli bir yarış içindeyiz sanki.
Durmuyoruz.

Oysa bir dursak da başımızı kaldırıp etrafa baksak.
Ne güzellikler var...
Karşımızdaki denizi bize uzun uzun seyrettiren,
yemeğimizi tadına vara vara yememizi sağlayan,
dostlarımızla doya doya muhabbet ettiren,
güzel bir müziğe eşlik eden,
bizi de güzelleştiren.
Bir dursak. Dursak da, şu hayata yeniden baksak.

                                                               Yeni Rakı



KOŞUYORUZ

Koşturmaca yüzyılında doğmuşuz. Yapılacaklar listesi hiç boşalmıyor; her gün yeni bir madde ekleniyor koşturma sebeplerimize.
Koşuyoruz plazalar arasında, marketlerde; koşuyoruz kafamızı kaldırmadan, önümüze bakmadan.
Koşuyoruz; düşmeyelim yeter, anı kurtaralım. Zaman hızlı geçiyor, çok iş var yapılacak, zaman yetmiyor, geç kaldık, vaktimiz yok, para kazanmamız lazım, akşam yemeğini pişirmedik daha.
Koşuyoruz ama nereye?
Koşuyoruz ama niye?
Boşu boşuna koşuyoruz.
Herkes koşuyor. Beraber miyiz bu yolda? Hayır, hayır. Kimse yardım etmiyor, sırf koşmuş olmak için zıt yönlere de koştuğumuz oluyor çoğu kez. Birbirimize çarpsak da özür dilemiyoruz bile...


Açıkçası, bütün sunumu, Nejat Bey’in tüm teknik açıklamalarına ve pazarlama teorik bilgi aktarımına rağmen, akşama Rakı-Balık yapsak ya!’ diyerek izledik. Nitekim, etkinlik bittiğinde soluğu Sabancı Üniversitesi’nden çıkıp gidilebilecek en iyi balık restoranında aldık; Kocaeli’nde deniz kıyısında, tam da Yeni Rakı’nın dediği gibi, 35’lik bir Yeni Rakı açtırıp, Marmara’yı uzun uzun seyrederek ve sevilenlerle doya doya muhabbet ederek... Gece Rakı-TıkaBasaMeze olarak sonlandı ve uykuya gidip huzurla uyumadan önce yazımı tamamlayıp, ‘paylaşmak’ istedim; layıkıyla!

Sağlığımıza!