Author: on the way to wonderland
•11:36


Son kez beraber tatil yaptığımızı bilmeden yaptığımız ufak kaçamak için aldığım mavi dağcı çantamı toplarken ağlamadım. İçimde yokolmasına asla izin vermeyeceğim ama beni hevesli tutmaya yetmeyecek kadar ufak bir umut var ve o umudun enerjisini harcamamak için ağlamamalıyım. Kendimi suçlamak artık çok yararsız ve acınası olduğu halde yine de en sade bluzlarımı çantaya ütülerini bozmamaya çalışarak yerleştirirken kendime söylenmeye devam ettim. Dediğim gibi, bir faydası yok; olan olurdu, suçlu yoktu.

Kütüphanemin önünde durdum; okumak her zaman ilaç gibi gelirdi. Yine de yanıma alacağım kitapları seçerken çok da hüzünlü olmamalarına dikkat ettim, hatta hile bile yaptım; son birkaç sayfalarını okuyarak! Bunu yaptığım için kendimi affettim ve uzun yürüyüşlere izin verecek ağırlıkta bir çanta hazırlamak istediğim için makyaj, saç ürünleri gibi malzemeleri hemen es geçtim. Cüzdanım, birkaç kitap, birkaç bluz, bir pantalon, bir etek, ipodum ve -maalesef- cep telefonum yeterliydi. Cep telefonumdan mümkün olduğu kadar uzak kalmak istiyorum, yine de acil bir durumda ihtiyaç duyabileceğimi biliyorum; güvence gibiydi aslında telefon.

Bu kez kaçmak değil aslında yapmaya kalkıştığım şey -gitmek-, dinlenmek gibi daha çok. Sakinliğimi korumak istememden kaynaklanıyor galiba; sakinliği daha yeni elime alabilmişken. Yine de gece yalnız kalmak hala acı veriyor; uzakta olmak isteğini büyütüyor. Tedirginim aslında, uzakta ve yalnız olmak hem korktuğum hem de ihtiyaç duyduğum şey.

Gitmeye hazırım. Giderken arkama bakmadan kapıdan çıkacağım. Sadece üç gün ortadan kaybolacağım.


Author: on the way to wonderland
•19:49


A, B’yi gördü ama B’nin ona baktığı yoktu.

B’nin ona bakmasını, onunla göz göze gelmeyi beklerken onun yüzünü tüm ayrıntısıyla inceliyordu. Yanağında lekeler vardı; anlaşılan bugün makyaj yapmamıştı B. Pürüzsüz bir yanağa baksa bu derece etkilenmeyeceğini biliyordu A. Anında, sıkıntısı yüzüne vurmayan bir kızın şımarık olduğuna kanaat getirdi. Evet, lekeler güzel görünüyorlardı gözüne.

B çayından bir yudum daha alırken A yerinde kıpırdandı. Kalkıp masasına yönelmeyi, çantasının büyüklüğü yüzünden bulamayacağı çakmağını aramasına bir son vermek için sigarasını yakmayı düşündü. Ne kadar da bayağı ve bayat bir numaraydı bu. Vazgeçti. Kim elini kolunu sallayarak onu rahatsız etme hakkını vermişti ki ona.

A, B’ye bakmayı sürdürdü ama B’nin ona hala baktığı yoktu.
Sonunda B’nin çantasından bulduğu çakmağın alev alışıyla, kızın yüzünün ne kadar da güzel parıldadığını düşündü. Ama bir anda korkmuştu; kızın yüzüne düşen perçemler ateşe o kadar yakındı ki, saçlarının yanacağından korktu. Ah sonunda ateş söndü ve B güvende.

Kalktı, B’nin yanına gitti ve ona “Seni seviyorum” dedi. Kıza konuşma fırsatı vermeden arkasını dönüp masasına kuruldu ve bir sigara yaktı. B’nin zor durumda kalmasını istemiyordu. Kızın boş bakışlarından o kadar belliydi ki söyleyecek bir şeyinin olmadığı. Üstünde durmadı. A bu cümleyi doğal bir şeymiş gibi söylemişti ve yerine dönmüştü. Sigarasını içerken sevgiden elleri uyuştu.

B ona hala anlamsızca ve boş bakıyordu. Çayını alelacele bitirmek yerine içmedi, masada bıraktı yarım çay bardağını, sigarasını söndürdü ve çantasını toparladı. Göz ucuyla A’yı kontrol ediyordu ama A sakince orada oturuyordu. Kantinden çıkana kadar güvende olamayacakmış gibi tedirgindi ve A, bu gerginliği onun yüzünde görebiliyordu.

B çantasını koluna astı ve ayağa kalktı. A’ya baktı, arkasını döndü ve gitti.
A, B’nin arkasından baktı ve gülümsedi.

Author: on the way to wonderland
•15:50

Kaybolmak... Dinlediğin şarkılar içinde, gerçekle hayal arasında bir yerlerde, umutlarınla sevdiklerin, yapmak istediklerinle para kazanmak uğruna harcadığın çabaların, duyduklarınla duymak istediklerin, düşüncelerinin arasında, hayatın derinliklerinde, ruhunun gerginliğinde; derslerin içinde belki, belki kaçarken kaybolmak...

Bazen ararken özlediğin geçmişi, ya da sadece bulmaya çalışırken kaybettiklerini; farkedersin ki anıların geçmişinde, umutların geleceğinde kaybolmuş, sen şimdide kaybolmuşsun. Karıştırırsın bazen kelimelerini, hissettiklerini ve nereden nereye geldiğini anlatmaya çalışırken; kaybolan sensindir aslında, kaybolmayı tanımlamayı denerken...
Beyninde hatıralar kopuklaşır, yitirdiğin benliğin midir yaşarken; yoksa dedikleri gibi ileri adım atmaktan ibaret midir hayat? Belirsiz attığın her adım yürümektir hayata, zaten hayat dediğin belirsizliklerle boğuştuğun bir hediye değil midir ki? Kaybolursun yine yaşamın anlamını sorgularken, anın tadını çıkarmanın ne demek olduğunu keşfetmeyi denerken ya da attığın her adımın geleceğini garantilemek için olması gerektiği klişesini sorgularken.
Yine başka bir şarkı başlar az önce parçalarını sıraladığın müzik listenden. Yine melankolik bir şarkı çalan; yazmana yardımcı olan, kaybolmanı sağlayan, kaybolmayı tasvir etmek yerine yaşamanı destekleyen hatta sana ilham veren.

Bugünün tarihi ne? Kaçıncı gün bitti ömrümüzden? Bilmediğin kaç gün kaldı hayatında yaşayacağın; azap çekeceğin, mutlu olacağın, sahte davranacağın, kendini kandıracağın, alkol alıp ağlayacağın, yalnız kalmaktan korkacağın, iyi kötü notlar alacağın, proje yapacağın, üstünü başını sigara kokutacağın, patronunla tartışacağın, hastalanacağın, hayatından birilerini atacağın, hayatına birilerini alacağın, sevgiline sarılıp huzur bulacağın, Sabancı
Üniversitesi’nin gölünün kenarında suya bakarak bir şarkı dinleyip beyninin derinliklerine dalmayı özleyeceğin, bir partide dans ederek zamanı unutacağın, sevdiğinin elini tuttuğunda heyecanlanacağın ya da annenin mezarının başında ağlayacağın? Kaç gün kaldı seçtiğin yoldan vazgeçmene, ya da vazgeçmeyip sadece yürümeye devam etmene? Kaç gün kaldı göz yaşlarını silmene? Kaç gün kaldı ölmene?

Kaybolmak; hissettiğin her duygunun birbirine zıt olmasının korkusu içinde. Ben mi garibim, insanlar mı düşünmüyor diyerek geçirdiğin her saniye kaybolmanın tanımıdır aslında. Kendini farklı hissedersin; bu farklılık güzellik değildir, karakterin de değildir, hatta zekan veya yeteneklerin bile değildir; bu farklılık içindeki savaştır; kendi kendine boğuştuğun benliğindir. Hep senden güzel veya daha çirkin birilerinin varlığını görürsün; yaratılış veya anne babanın genleri der geçersin. Hep senden daha olgun, daha anlayışlı ve daha sakin insanların varlığını gözlemlersin; ben böyleyim der geçersin. Hep senden daha zekisini, daha başarılısını, daha kolay çözümler üreten birilerinin varlığını fark edersin; benim aklım bu kadarını alıyor, benim elimden bu kadar geliyor der unutursun. Ama bir bakarsın herkes sisteme ayak uydurmuş; herkes hayatın akışında sürükleniyor, insanlar işe gidip geliyor, herkes trafikte radyo dinleyerek ilerliyor, aile kuranlar ve mezunlar para kazanmak için çalışıyor, birileri doğuyor, birileri büyüyor, birileri ölüyor, herkes yaşamını kabulleniyor, kimse sorgulamıyor. Kaybolan ben miyim hayat içinde yoksa onlar mı?

Birileri şarap şişesi içinde kaybolurken diğerleri hesaplamalar içinde kayboluyor, başkaları da kendi hayali dünyalarında yönlerini şaşırıyor; aslında kimse farkında değil, ne alkolikler, ne işkolikler ne de deliler; sanırım hayatın kendisi kaybolmak. Ders yaparken ailenin halini hatırını sormayı unutmak, geç saatlere kadar mesai yaparken evde babasının kucağını bekleyen bebeği unutmak, akıl hastanesinde yatarken kim olduğunu unutmak, içerken sevdiğin insanların üzüntülerini unutmak, elinde ilaçlar ölmeyi seçerken seni sevenleri unutmak; hayatın ta kendisi!

Kaybolmak; herkesin her gün hissetmeden yaşadığı bir kavram, hayatın çıkmaz sokak haline geldiği anlarda sarfedilen bir kelime, arkadaşına kahve içmeye giderken arabasıyla sağa değil de sola dönen bir kadının gerçekleştiğini sandığı bir eylem. Her harfe yüklenen ses, her kelimeye yüklenen anlam birileri için farklı olabiliyor; keşke her kaybolmak yanlış sokağa sapmak kadar geri dönülebilir olsa... Araba kullanırken geri gitmek debriyaja basıp vites değiştirmek kadar kolayken, hayatın viteslerinin ileri yönde olması ne kadar acı aslında bazen. Kim hayatında sarfetmemiştir ki keşkeleri? Asla geriye dönmeyen ve git gide hızlanan bir araba hayat. Kaybolduğunda tek çarenin başka bir çıkış olduğunu bilmek korkutucu kimi zaman. Ya köprüden önceki son çıkışta yanlış yolda olduğunu farkedenler? Koskoca bir zaman dilimi harcamak zorundalar tekrar geldiği yere dönmek için. Ya hayat o kadar zaman içermiyorsa?

Nefes aldığın her an şanslısın belki de. Belki de kaybolduğun her an hayatın gerçekleriyle yüz yüzesin. Anın tadını çıkarmayı öğrendiğinde kaybolmak zevk bile verebilir sana, başardığın şeyler diplomadan veya para kazanmaktan daha öte iç huzurunu bulmaksa eğer... Kaybolmakla iç huzuru bulmak farklı kavramlar mıdır acaba? İç huzuru beyninin kopuk akışına izin vermek belki de senden istenilenin tam tersine. Bu bir denemeyse eğer, ve ben beynimin içinde kaybolmama izin verdiysem, denememe katmak istediğim cümleyi yazacağım kaybolarak... Annemi özledim! Hayır, annemi kaybetmedim, yanıbaşımda hala, bir telefon uzaklığında ama annemi hissetmeyi özledim; desteğini, sevgisini, sıkı sıkı sarıldığında dünyadaki varlığımı unutmayı özledim. Ama hayır, onu kaybetme korkusunu özlemedim, onun olmadığı gün nasıl ayakta kalacağımı düşünmeyi özlemedim, rüyalarımda her gece mezarının başında ağlamayı özlemedim. Evet, hayatımda en çok annemi sevdim; onun kollarında kayboldum hep; her korktuğumda, her başarısızlığımda, her utancımda...
Kayboldum yine bir şarkının içinde; yani düşünüyorum acaba yalnız değil miyim de benim gibi hisseden birileri var mı diye. Tamamen beni yansıtmamakla beraber beni etkileyen şarkıları yazanlar da hayatı, kaybolmayı, sevgiyi, anlamları sorguluyor mu diye. Peki, bir cevap bulabiliyorlar mı acaba? Ben neden bulamıyorum? Neden emin olamıyorum kendine tekrarladığım cevapların bu dünyaya uygunluğundan hatta uygulanabilirliğinden? Sorularımın içinde kayboldum şimdi de...

Kaybolmak; insanların kullandığından çok daha fazla anlam yüklü bazılarının hayatında. Birileri için içinden çıkılmaz bir kaosken birileri için gerekli ve hayatın anlamını taşıyan bir olgu. Kelimeler yetmez der birileri; aşk için kullanırlar çoğunlukla, hissettiklerini anlatmaya yetmez varolan diller; birileri der ki bazı şeyler anlatılmaz yaşanır. Ben neyi deniyorum şuan? Bir kavramı anlatmak için kelimeleri yeterli kılmaya ve aktarmak için yaşamaya çalışıyorum. Sanırım yaptığım şey yine beynimde kaybolmak, yine hissetmek, yine kendimi zorlamak. Babam der ki hep, bu şehrin, bu ülkenin, bu dünyanın en aşağılık işini yaparken bile layıkıyla yap. Şu an iç huzurumu buldum çünkü sanılanın tersine mühendislik okurken, resim yapmaktan sonra en sevdiğim şeyi; yazmayı layıkıyla yapıyorum, hak ettiği gibi; severek! Bölüm seçerken kaybolmuşum sanırım; yeteneğim yerine zekamı seçmişim. Ama ne fark eder ki? Hala bir şansım var huzurumu bulmak; kaybolmak için!

Bir zamanlar yine kaybolmuştum, yazmak için değildi, hayatı çok anlamlı bulduğum bir dönemde değildim belki de. Bu benim ilk yazım değil; o zaman da yazmışım hayatta kaybolmak üzerine. Demişim ki gerçekten sahip olduğumuz şeyler sadece emanet; biz farketmeden bize teslim edilmiş, günü gelince geri alınmak üzere. Kaybedersin istemeden, farketmeden. Gözünü tekrar açtığında gerçekle, doğruyla hayali, yanlışı, hatayı karıştırıvermiş buluyorsun kendini. Belki de herşeyi tersine döndürmüşündür bir anda ve tüm zıtlıklarının içinde kayboluvermişsindir tek bir nefes alışında. Kelime bulamazsın boğuluşunun çaresizliğini tarif ederken. Kendi eserine, kendi hayatına, kendi elinle oynadığın oyunlarına kendin kanar, kendin yakarsın. Ve yine bomboş çırpındığını hissedersin en derinden. Sen toplamaya çalıştıkça rüzgar dağıtır saçlarını, sığınacak bir ağaç bulamazsın kaybolduğun kumsalda.

Beynim yine atlama yaptı konudan konuya, yine bir önceki konuyu kaybetti hafızasında. Aklıma geldi de şimdi sınır çizgisinin ötesi şizofreni denilen bir hastalıkmış. Toplum denilen olgu şizofreniyi psikolojik hastalık olarak tanımlıyor. Peki. Ben eğer kaybolmayı kendi dilimde, kendi beynimde olduğu gibi açıklarsam ve eğer ortaya çıkacak şey benim tarafımdan hastalığın ötesinde bir gerçeklik olarak yansıtılırsa size? O zaman diyorum ki...

Son kez kaybolmak; hem sevmek hem de nefret etmek, hem unutmak hem de her an hatırlamak, hem özlemek hem de unutmak, hem fiziken bir yerde birini dinlemek hem de ruhen başka yerde olmak, hem aşık olmak hem de çekip gitmek istemek, hem bağlanmak hem de bağlanmamasını istemek, hem özlemek hem de bir daha görmek istememek, hem içmek hem de sarhoş olamamak, sigarayı içine çekerken hem mutlu olmak hem de seni öldüreceğini bilmek, hem çalışmak hem de kötü not almak, hem ağlamak hem de hiçbir şey hissetmemek, hem gülmek hem de tepkisiz olmak, hem acımak hem de dalga geçmek, hem ölmek hem de yaşamak, hem yetenekli olup hem de resim yapmamak veya çizmemek, hem hissederek yazmak hem de yazdığını anlamamak, hem denemek hem de güçsüz hissetmek...

NOT: Sabancı Üniversitesi Deneme Yarışması Mansiyon Ödülü
Author: on the way to wonderland
•09:49

Zaman ve zamanı dolduran olaylar silsilesi hakkında düşündüğümde aklıma gelen ilk şey, zamanın dilimlere ayrılış biçiminin bakış açısına göre değiştiği oldu. Çoğumuz zamanı üçe ayırıyor; geçmiş, şimdi, gelecek. Zaman kavramı hakkında beyin fırtınası yaparken aklıma arka arkaya sıralanmış cümleler geldi. Bunlardan ilki, zamanın hiçbirimizin kaybetmeyi göze alamayacak kadar değerli oluşuydu. Ancak aynı anda ironik bir şekilde çoğumuzun ‘şimdi’ üzerinde düşünmemesi, gelecek odaklı olması da gözüme çarptı.

Geçmiş yaşandı, şimdide varız ve geleceğe umutla bakıyoruz. Geçmişte yaşananlar birer anı olarak kalıyorlar hafızalarımızda, çoğunlukla da ‘değerini bilemedik’ diyoruz tükenen zamanı düşününce. ‘Şimdi’ ise geleceğe yatırım olarak algılanıyor genellikle. Bütün umutlarımız ise geleceğe bağlanmış durumda. Hatta bazılarımızın hayatı yalnızca beklemekle geçiyor; hafta sonunu, tatili, mezuniyeti, maaş gününü, emekliliği.

Ben son zamanlarda zamanı üçe ayırmayı reddediyorum. Zaman benim için iki yönden ele alınabilecek bir kavram halini aldı: Süreç ve sonuç. Süreç, ulaşılmak istenen sonuca giderken akan zamanı, sonuç ise ulaşılan ‘şimdi’yi tanımlıyor. Kafamı kaldırıp baktığımda ise gördüğüm üzücü gerçek, zamanın çoğu sürecin kendisi olduğu halde, ben dahil çevremdeki herkesin sonuç odaklı yaşadığı oluyor. Silkelenip kendime geliyorum. Süreç içerisinde sonuca ulaşmak için öyle yoğun bir çaba harcıyoruz ki, süreç geçmişimizde kaldığında, süreçten aldığımız hazın göz ardı edilebilecek kadar az olması neticesinde, bu süreç bizim için herhangi bir anı olmaktan öteye gidemiyor. Oysa bu süreçler içerisinde ne kadar çok sayıda ‘şimdi’nin tüketildiğinin kimse farkına varamıyor.

Babamın “üniversite zamanlarımı öyle çok özlüyorum ki” dediğini anımsadım. Oysa biz mezun olalım diye can atmıyor muyuz? Öğrenciliğin tadını çıkaran ve iş hayatına başlayınca eğlenmeye zamanı kalmayacağını düşündüğü için eğlenmekten çekinmeyen öğrenci kitlesini ise toplum ‘hayatın zorluklarının farkında olmayan bireyler’ olarak adlandırmıyorlar mı? Yaşlı komşuyla her karşılaştığımda, parkta ihtiyar bir dede gördüğümde bana “gençliğinin tadını çıkar kızım” diyen halkın, kırklı yaşlarındayken hayatlarını farkındalık içerisinde yaşamadıklarını fark ediyorum çünkü cümlelerini genelde “biz bilemedik, kendimizi hır, gür, koşuşturmaca içerisinde kaybettik” diye bitiriyorlardı.

O zaman şimdi size bir soru soracağım. Her güne bir şeyleri mi bekleyerek başlıyorsunuz? Yani diğer bir deyişle, kendinizi muradına ermeye çalışan derviş olarak gördünüz mü bu yazıyı okurken? Cevabınız evet ise, ‘Carpe Diem’ kalıbının anlamını daha derinlemesine ve bu kalıbı anarşizminden sıyırarak tekrar düşünmenizi söylesem çok mu ileri gitmiş olurum? Eğer bunu size içtenlikli, gününüzü yaşayabilmeye ve ondan bilinçli bir zevk alabilmenize davet olarak görürseniz, ileri gitmiş olmayacağım ve inanın amacım bunun ötesinde değil. Kendimden bir örnek vermem gerekirse, bu yazıyı çabucak bitirip ortaya bir yazı çıkarmak için çala kalem yazmıyorum; amacım sürecinden zevk aldığım bir iş yapmak.

Yazım süresince, zaman hakkında acımasız olmamaya karar vermiştim, ancak size sürecin önemini aktarabilmek için sanırım bunu affınıza sığınarak yapacağım. Süreç, hayatın kendisidir. Süreç, zamandır. Hayatı sonuç odaklı sürdürmek, aslında ölümü beklemekle eşdeğerdir. Günün birinde beklenecek bir sonuç kalmadığında, -mesela emeklilikten sonra- beklenmesi mümkün tek gerçek ölüm olacaktır. Sonuç ölümse, hayat süreçtir. Tüm bu sebeplerden ötürü karşılaştığım tüm yaşlılar bana hayattan zevk almamı, günümü yaşamamı öğütlüyorlar; hayatımı bekleyerek ve süreci göz ardı ederek yaşamamı söylemiyorlar.

Klişe laflar etmeyeceğim, gününüzü geleceğinizi düşünmeden, sorumsuzca yaşamanız gerektiğini de anlatmıyorum. Ancak içerisinde bulunulan zamanın farkında olmanın ve farkındalıkla alınan zevkin geçmişte bir anı olarak kalmayacağını, hayat kalitenizi yükseltmekte büyük rol oynayacağını söylüyorum. Düşündüğüm son şey, en sıkıcı anların yavaşlığı hızında akan zevkli zamanlar, yaşamın ne kadar dolu yaşandığının tek kanıtı olmalı.

Yani; geçmiş zevkle yaşandı, şimdinin tadını çıkarıyorum ve geleceğe hala büyük umutlarla bakıyorum diyebilmeniz dileğiyle...

Author: on the way to wonderland
•09:35

Bazen ne istediğini bilmezsin, bazen de istediğin şeye sahip olduğun halde kendini eksik hissedersin. Yalnızlık, hüzün, burukluk duyguları en mutlu anında ruhundaki çatlaklardan, beynindeki anılardan fışkıracak bir yol bulur ve benliğine dolar. Bilincin sorgular nereden geldiklerini de bir cevap bulamazsın, bulduğun cevaplar ise olasılık dışıdır.
Bazen de kimi nasıl sevdiğini anlamaya çalışırsın; gerçek sevginin yarattığı hissi tartarsın sanki gerçek sevginin ne olduğunu kriterlere sokuşturarak bulabilecekmişsin gibi. Ama asıl sorun sevginin içeriğinde veya hissiyatında değildir. Gerçek sorun insanın doğasındadır; herşey güzelken bile bir sorun olması gerektiğini, hiçbir şeyin tam anlamıyla muhteşem olmasının imkan dahilinde olmadığını düşünen beynindedir sorun. İnsan doyumsuzdur. Hep sahip olmadıklarını ister. Mutlu bir ilişkisi vardır; heyecan yok der. Düz saçları vardır; kıvırcık olsunlar diye perma yaptırır. Tersi de geçerlidir; kıvırcık saçlılar fön çektirir. Sevgilisi vardır; aşk filmleri izleyerek iç geçirir. Sevgilisi yoktur; beyaz atlı prensini bekler durur. İnsan doğası gariptir. Hatta insan doğası, insanın kendisini yoketmeye yöneliktir bile diyebiliriz. İnsan, en büyüğünü vaad eder kendisine, sonra da vaadini gerçekleştirmek için hep yanlış yolu tutar, kendisini ezer geçer. Herkesin hayatında yaşanması gereken herşey yaşanır, bir umut yaşanan herşey geleceğe hazırlıktır; gelecekte daha iyi bir hayata sahip olabilmek için şuanda acılar çekilir. Geçmiş, neler barındırıyor olursa olsun hatırlandığında acı vericidir, bütün anılar başkalarının hikayeleri gibi gelir düşünüldüğünde – hiç yaşanılmamış, sadece başkalarından dinlenmiş. Geçmiş acı verir, nedeni ise belirsizdir. Belki güzel anılar özlenir, belki huzursuz anıların yaşanmamış olması dilenir. Geçmiş, yaşanır yaşanmaz yaşayana ait olmaktan çıkar, bir hikayeye, bir efsaneye, aitlik duygusunu yitirmiş bir olaya döner. Geçmiş, yaşanılır ve unutulması gerekir.

Author: on the way to wonderland
•09:29

Bir kadını anlamak çok zordur. Kadın karakteri analiz edebilmek ise neredeyse imkansız... Gezegenlerin hareketini incelemek mümkündür; hatta doğanın işleyişini, her canlının görevini ve doğanın döngüsüne katkısını bile öğrenmek mümkündür; ama bir kadının hislerini bilmek, özellikle de bunu anlamanın ötesinde anlatabilmek... İşte bu çok karmaşık bir iştir ve büyük bir beceri gerektirir.

Kadın yazarlar, Jane Austen’ın olağanüstü tasvirlerinden bu yana kadınlar üzerine yazar dururlar. Kadın duygularının yoğunluğunu kimi zaman abartarak, kimi zaman olduğu gibi okuyucularına aktarmaya çabalarlar. Bir kadının bile kadınsal hisleri tanımlamakta zorluk çekmesi, doğru kelimeleri bulamaması olağanken, erkek bir yazarın bu işe kalkışması inanılmaz. Hele ki bunu başarabilmesi tam bir mucize. İşte, Kürşat Başar, imkansızı başarmış bir yazar.

“Başucumda Müzik”, Kürşat Başar’ın 58. baskıya ulaşmış romanı. Bu roman bir yazardan öte bir erkeğin başarısı, çünkü yüzyıllardır kadınların itiraf etmekten çekindiği, belki yüzleşemediği, belki de analiz edemediği noktaların üzerine basmış Kürşat Başar; bu noktaları teğet geçen bir çok yazarın tersine.

Roman, iki erkek arasında kalmış bir kadını anlatıyor; diğer bir deyişle aşkıyla mantığı arasında kalmış bir kişiliği. Romanın ana karakterinin sorunsuz bir evliliği var; bir süre sonra kadın kendinden yaşça hayli büyük ve evli bir adama aşık oluyor. Bu noktada başlayan gizli ilişki ve beraberinde gelen vicdan azabı, kadının hem mutluluğu hem de huzursuzluğu haline geliyor. Uzunca bir süre, evli olduğu halde evli bir adamla olan ilişkisini devam ettiriyor, ta ki vicdan azabının doruk noktasına ulaşıp kocasına herşeyi olduğu gibi anlatıp boşanmayı talep edene kadar... Burada dikkat edilmesi gereken ayrıntı, kadının yaşadığının bir iç hesaplaşma olması ve sevdiği adamın da karısından ayrılmasını beklememesidir; kadının herhangi bir beklentisi yoktur. Boşanma talebi, kadının bu ikili hayata daha fazla tahammül edemeyeceğini anlaması, belki ahlaki sebeplerden ötürü belki de içinde aşk olmayan bir evliliği sadece düzen uğruna devam ettirme isteğinin tamamen sönmesinden dolayı verilmiş bir karar.

Türk toplumu genellikle iki kadın arasında karar veremeyen ve evliliğini sürdürdüğü halde ilişkisi olan erkeklere alışkındır. Ancak çoğu insan, evliyken ilişkisi olan bir kadın karakteri yadırgar. Kürşat Başar, büyük bir cesaretle –belki de erkek oluşunun verdiği güven ile- seçtiği konuyu büyük bir ustalıkla işlemiş; kadın karakterinin duygularını okuruna o kadar çarpıcı ve gerçekçi yansıtmayı başarmıştır ki, okur, romandaki kadın karaktere davranışlarından ötürü kızmayı başaramaz bile, hatta onu neredeyse haklı bulur roman bittiğinde.

“Aşk olmadan olmuyor demek ki,” dedirten bir anlatımı var yazarın. Düzen, huzur veya paranın bir kadını mutlu etmeye yetmediğini, kadınların aşık olmadan yollarına devam edemediklerini hissediyor okur. Zaten romanın üzerinde durduğu ana konu da tam olarak bu. Yazar, ana karakterin aşkı bulduğu anda, aslında o ana kadar evliliğinde coşku içeren hiçbir anı bulamamasından ve karakterin aşık olduğu andan itibaren mutluluğu hayatının hiçbir alanında yakalayamaması sonucu başlayan sorgulamadan yola çıkıyor; sanki aşk insan hayatında taşların yerine oturması için gerekli en büyük araçmış gibi. Yalnız, roman aşkın aynı zamanda bir amaç olduğunu ve bu amacın ulaşılacak bir hedef değil de her anının yaşanması ve tadının çıkarılması gereken bir olgu olduğunu da düşündürüyor.
Hayatının bir döneminde aşkı aramış, bulmuş ya da ilişkisindeki eksikliği hissetmiş ama bu eksikliğin ne olduğunu algılayamamış her kadının, bir erkeğin ağzından anlatılmış bir kadın karakterini merak eden her erkeğin, aşkın önemini sorgulayan herkesin okuması gereken bir roman!
Son olarak romanı okumadan önce, romanın duygusallığını ve derinliğini tasvir eden bir alıntı:

Birini sevmen için elle tutulur bir neden bulamıyorsan onu sahiden seviyorsun demektir...” (s.224)

Author: on the way to wonderland
•09:17

Son bir sene içerisinde okuduğum kitaplardan üzerinde düşünülmesi gerektiğine inandığım bir romandır Pagan Kennedy’nin yazdığı ‘Anıkolik’. Pagan Kennedy, günümüzde fanzin dünyasının yakından tanıdığı, Amerika’nın ‘underground’ yazarları arasında en başarılı olarak değerlendirilen, ayrıca günümüzün Anton Çehov’u olarak tanımlanmaktan çekinilmeyen ve şu ana kadar Amerika’da yayımlanmış dokuz kitabı bulunan bir yazardır. Ülkemizde 2007’de yayımlanan romanı Anıkolik’i okuma fırsatı yakaladım. Ne büyük tesadüftür ki hayatımın monotonlaştığını ve anlamsızlaştığını düşündüğüm bir dönemde, kitapçıda gezerken gözüme çarptı romanın kapağı. Gri, üzerinde bir takvim yaprağı yapıştırılmış bir şişe olan bir kapaktı bu. Aslında tasarımı yeterince sade olmasına rağmen kitabın adının da büyüsüne kapılarak arka kapaktaki özetini okudum. Kişisel görüşüm, romanın akıcılığının yeterli olduğu kanısında değil aslında. Anlatım kuvvetli olmasına rağmen, bir aksiyon romanının heyecanını bekliyorsanız, okumanızı tavsiye edebileceğim bir yapıt değil. Yine de içeriğin önemli olduğuna, hala öğrenebileceğiniz şeylerin varlığına inanıyorsanız; hayatın akış hızının içerisinde farkındalık ve sorgulama yetisinden uzak kaldığınızı düşünüyorsanız, ya da hayatınızı çoğu yetişkin gibi bir koşturmaca ve monotonluk içerisinde kaybetmekten korktuğunuzu hissediyorsanız bu kitap okumaya değer. Roman, okumaya başladığım anda düşündüğümün tersine, gerçeklik üzerinden dönmüyor; yine de bahsettiğim gerçeklik dışı olma durumu bilim-kurgu’ya yakınlık değil. Romanın teması, hayatı monotonlaşan bir profesörün yaşamını sorgulaması üzerine kurulmuş. Geçmişinde kalan bir arkadaşının kendisine sunduğu bir ilaç ile geçmişini birebir görmesini sağlamasıyla başlıyor bu sorgulama. Henüz bilinen böyle bir ilacın var olmaması romanın kurgusunu gerçeklikten uzaklaştırsa da, vurgulanmak istenen asıl olgu, gelecekten geçmişe bir bakış sonucu geleceğin – yani şimdinin – geçmişi özletecek kadar monotonlaştığı ve amaçsızlaştığı.

Bu roman, sorularınıza cevap vermiyor ancak hayatınızı gözden geçirip hoşnut olduğunuz ve olmadığınız durumların farkına varmanızı sağlıyor. Kendi çözümünüzü bulmaya yönelten, sorgulatan ve farkındalık yaratan bir yapıt da diyebiliriz Anıkolik için bana kalırsa. Benim çözümüm, rutin işlerden, hatta sıkıntı verecek derecede yanlış sosyalleşmeden kafamı kaldırıp bir nefes almak, hobilerime geri dönmek ve hayatımda yer ayırmayı unuttuğum mutluluklarımı geri kazanmak için kendimi tatmin etmek oldu. Bu tatmin, engellediğim ve zaman yaratmadığım resim tutkuma yeniden izin vermek, vazgeçtiğim diğer bir alışkanlığım olan yazı yazmaya geri dönmek ve kendimce hayati değer taşıyan dostlarıma yeniden kucak açmak oldu. Çok büyük bir olasılıkla bu nedenle bu yazı var oldu ve size ulaştı. Diğer bir açıdan ise hayatımda var ettiğim insanların bulundukları konum da değişti gözümde. Gözümü tekrardan açtığımda ise çevremde hayatıma anlam katan, üretkenliğimi geri kazanmama ve yaratma yetime tekrar kavuşmamı sağlayan birkaç dostumu yanımda gördüm; okuduğum bu kitabın etkisiyle hiç fark etmediğim görüşleri olan arkadaşlarımla ‘farkındalık’ ve ‘hayatın anlamı’ üzerine konuşmalar yaparken, onlarla yeniden tanıştım adeta. Kimi, hayatın aile ve toplumun empozesi üzerine kurulu kalması gerektiğini savundu, kimi ömrünü eşine yabancılaşarak ve yalnızca işine odaklanarak yaşamaktan korktuğunu belirtti. Bu yazının, belki de okumaya an itibariyle karar verdiğiniz bu romanın eşliğinde, siz hangi kavramlar üzerine yoğunlaşacak ve nelerin farkına varacaksınız; hayatınızdan memnun musunuz?