Author: on the way to wonderland
•22:22
Bodrum Merkezin çarşı tarafında gezmekten sıkıldığımız bir akşamda Marina’ya doğru yürüme kararı aldık. Özellikle çok açken canım daha lezzetli ve kaliteli yemek yemek ister (hızlı bir kumpirden çok daha fazlasını). Zaten acıkmışken yediğim kaliteli bir yemek ve eşliğinde lezzetli bir şarap, müthiş bir hazla mutluluk verir bana. La Jolla Bistro Steak House & Wine Bar tabelasını gördüğüm anda, aslında başka bir mekanda yemek yemeye karar vermiştik. Kırmızı ete olan düşkünlüğüm ve özlemim sebebiyle ‘steak house’ yazısı beni çarptı ve tüm şımarıklığımla oraya oturmak istediğimi söyledim, reddedilmedim! ;)

Menüye bakmaya başladığımda steak başlığı altında yalnızca üç çeşit et yemeği vardı; 1. T-bone Steak, 2. New York Steak, 3. Filetmignon Steak. Bütün menüyü et yemeği beklemem gerektiğini yemeğin sonunda anladım; keza ikinci gidişimde de aynı yemeği yiyecektim! Filetmignon yemeye karar verdikten sonra, dergi kalınlığındaki şarap menüsüne geldi sıra. Üç çeşit şarap (beyaz, rose, kırmızı) ve bir şampanya başlıklarından, her ne kadar yaz günü de olsa; ‘etin yanına kırmızı şarap yakışır’ geleneğini bozmayalım dedik ve listeye göz gezdirmeye başladık. Bütçemizi aşmamak için “Anfora TRIO Pamukkale; Shiraz – Kalecik Karası – Cabarnet Sauvignon” seçtik ve sohbete daldık... Önce balon şarap bardakları ve şarabımız geldi. Bu sırada, duvarda asılı duran bir pano dikkatimizi çekti; Dükkan yazısı pek bir tanıdıktı. Hemen Bebek’teki Dükkan Burger geldi aklıma; ve evet. Dükkan kasabının etleri kullanılıyor La Jolla Bistro’da. İstanbul’da ‘Emre Mermer’in Dükkan’ olarak bildiğimiz Dükkan’ın etleri tartışmasız çok lezzetli. Bunu düşününce iyiden iyiye acıktığımızı hissettik ve önden ara sıcak olarak sipariş ettiğimiz ‘hellim ızgara’, ‘soslu mini köfteler’ ve ‘fırında mantar’ imdadımıza yetişti. Ara sıcaklarla beklentim iyice yükselmişti. 

Yemeklerimizden hemen önce bir kase dolusu kocaman parçalı deniz tuzu ile La Jolla Bistro’nun kendi yapımları olan bir Hardal servis edildi masamıza. Tam bu sırada, mekanın patronu Serdar Bey, herşeyin yolunda gidip gitmediğini öğrenmek için yanımıza geldiğinde kendisine neden soslu et yemeği bulunmadığını sorma gafletinde bulundum.

“İyi bir et yemeği, sossuz, güzel bir hardal ve saf deniz tuzuyla servis edilir.” 

cevabını aldım. Serdar Bey, bize hardalı koklamamızı önerdi ve nefeslerimizin ciğerlerimize kadar açıldığını hissettik. Bu meşhur hardal, kesinlikle ömrümde yediğim en acı hardaldı. Ancak bu acı can yakan bir acı olmadığı gibi, ağızda müthiş bir lezzet bırakan ve insanın iştahını kabartan bir acıydı. Lezzetli bir acı yani :)
Etlerin servis edilmesiyle beraber üzerlerine birer kaşık saf deniz tuzu serptik (deniz tuzu, İngiltere’nin Maldon Kasabasından geliyormuş; bu kasaba son on yıldır sadece deniz tuzuyla ünlenmiş), özel hardal bıçağıyla servis tabaklarımızın yanına hardal koyduk ve yemeğe başladık.

Abartmamakla beraber, hayatımın en güzel et yemeğini ve hardalını yedim La Jolla Bistro Steak House & Wine Bar’da.

Bodruma yolunuz düştüğünde Marina tarafına doğru yürümenizi, Marina alışveriş merkezinin hemen karşısında (bilenler için CookShop’un iki yanı) La Jolla Bistro’ya uğrayıp bu üç çeşit Steak’ten birini yemenizi şiddetle tavsiye ediyorum. Serdar Beyin yakın ilgisi, lezzetli şarabın eşliği, Dükkan’ın mükemmel lezzetteki eti ve hiçbir yerde bulamayacağınız o ferah ve müthiş kıvamlı hardalı size unutulmaz bir ziyafet ve sohbet imkanı sunuyor... 

Author: on the way to wonderland
•23:23

Herkese merhaba..
Uzun zamandır adı WONDERLAND olan blogumun adını MERILYN olarak değiştirdim; yazılarımı takip eden küçük bir ‘güzel insan’ çevrem var, bu sebeple bilgilendirmeden geçmek istemedim.
Ad değişikliğindeki başlıca sebep, son zamanlarda blog dünyasını daha yakından takip edip, daha çok okumam. Farkettim şu ki, çok cazip, hayalperest ve eğlenceli olduğu için bu ‘ismin’ çok sık kullanılması.. Kafa karışıklığına ve ‘pişti’ olmaya sebep olmamak adına ad değişikliği şarttı.
Peki yeni isim ne olacaktı?
MERILYN’in küçük, komik bir hikayesi var.. O kadar komik ki, içime işledi ve bir dönem MSN’de nickim haline geldi.
Hikaye şu: Beril bir gün Starbucks’a gider ve bir Latte sipariş eder. Beril’e adını sorarlar ve Beril cevaplar. Standın yanından peçete, şeker ve karıştırıcı aldıktan sonra kahvesini beklemeye başlar. Neyse, aradan 1buçuk dakika geçer ve Beril bardak elinde ilerlerken kahkaha tufanına tutulur [maalesef yanında kimse yokken hem de :)]. Çünkü bardağın üzerinde Beril yerine MERILYN yazmaktadır!!
Bugün, blogumun adını yüzümde büyük bir gülümsemeyle değiştirirken, Starbucks çalışanı bu arkadaşa bana yeni bir nick kazandırdığı için teşekkürü borç bilirim :).
Yine de:
Still on the way to Wonderland!
En kısa sürede yeniden görüşmek üzere…
Author: on the way to wonderland
•22:24

Sadece Aptallar 8 Saat Uyur; tarafımca çok geç keşfedilmiş bir kitap. Erdal DEMİRKIRAN, çoğu doktorun ve inandırılmış bilginin aksine, günde 8 saat uyumanın tamamen bir zaman kaybı olduğunu anlatıyor ve “aklı başında hiçbir insan, ömrünün üçte birini yastığa bağışlamaz” sloganıyla dimdik karşımızda duruyor.
Ana fikir; henüz bitirdiğim Philip KOTLER’in ‘Günümüzde Pazarlamanın Temelleri’ kitabı ve halen okumakta olduğum Jeffrey GITOMER’in ‘Satışın Küçük Kırmızı Kitabı’ ile aynı aslında: “Herkes uyurken uyanık olun ve çalışın!”


Bir roman denginde, kurgusal ama tam anlamıyla ‘uyandırıcı’ bir metin sunmuş Demirkıran bize.


Cin çarpmasıyla uyanan Kendyn (nam-ı diğer KENDİN), kurgusal bir cin ile içsel bir yolculuğa çıkıyor. Romanda bilge kişi rolünü üstlenmiş cin, bildiğimiz dile-benden-ne-dilersen cini. Başrol oyuncusu Kendyn, cinden ömrünü uzatmasını isteyince patlak veriyor ‘aptalların 8 saat uyumasının’ hikayesi. Cin günde 4 saat uyumayla ömrü uzatmanın mümkün olduğunu, bunun için kimsenin dilek cinine ihtiyacı olmadığını söylüyor. Büyük düşünür, ressam, mucit, bilimadamı gibi dünyada yüzyıllardır etkisi şok dalgası halinde devam eden yüce insanlardan örnekler görüyoruz romanda öncelikle. Roman, az uyuyan dahilerden verilmiş birkaç örnekten sonra, kurgu ve akıcılığından hiçbir şey kaybetmeden öğretici yönünü açığa çıkartıyor.


ÖMRÜ UZATMAK:


Başlıca Eylem 1: Az uyumak (asgari 4, azami 6)

Destekleyici Eylem 2: Uyku kaçırıcı bir hedef koymak (Da Vinci için resim yapmak, Keops için piramid inşa etmek vb.)

 Destekleyici Eylem 3: Yapılan iş ne olursa olsun, büyük düşünmek.

Romandan Eylem 3 için muhteşem bir açıklama geliyor bizlere: “Kendine erişilmez bir hedef seç ve ona aşık ol!”. Hedefin mutlaka erişilmez olmak zorunda olmasının yegane sebebi ise, insanoğlu için erişilen hedefin anında değer ve önemini kaybetmesidir.

Bu roman aslında tek tip insana hitap ediyor; sadece BÜYÜK ADAM olmak isteyenlere... Yalnızca ömür uzatmak için uykusuz kalmanın pek anlamlı olmayacağını, insanın uyanık olduğu her an çalışma kaydıyla başarılı olabileceğini ve insanlığa değer katabileceğini savunuyor (Yapacak işi olmayan adamın uyanmak için bir hevesi olmaz). Yani, yararlı olacağınızı bilerek uzun yaşamanın, salt uzun yaşamaktan çok daha anlamlı olacağını vurguluyor. Bu sebeple, az uyuyarak ömrünüzün çok daha fazlasına hükmedebileceğimizi ve başarılı olmak için çalışmanız gerektiğini paralel işleyen bir roman bu... “Fizana gitmeye yeltenen, komşu köye gitmeye erinmez” (sf. 236).


Eğer şu ana kadar 8 saat yerine 4 saat uyusaydın; her gün kendi gelişimin için 4 saat fazla zaman ayıracaktın ve şu anda alanında en iyilerden biri olacaktın” (sf.141)


Peki nasıl 4 saat uyku yeter?


1.) Yorganı kafana çekip uyumayacaksın ki beynin rahat çalışsın.

2.) Oda ısısında uyu ki beynin rahat çalışsın.

3.) Yatakta cenin gibi kıvrılma ki kasların gevşesin.

4.) Yatmadan 2,5 saat önce yemek yeme işlemini tamamla ki hazım süreci uykuya sarkmasın.


gibi çok bilindik ama asla uygulanmadık maddelerin yanı sıra, kitabı merak etmenizi, temin edip okumanızı sağlamak amacıyla buraya maddelemediğim çok sıra dışı eylemler, nedenleri ve faydalarıyla birlikte sunulmuş durumda bizlere.


Ayrıca uykunun vücudu en çok tatmin ettiği zaman dilimleri de romanda işlenmiş. Özellikle bilinçaltı, bilinçüstü ve enerji konularına meraklı olanların ilgisini çekecek ve uyku kalitesi sebebiyle uykuyu yeterli edinebilmeyi sağlayan bir dolu madde mevcut romanda. Ve dediğim gibi, roman kurgu özelliğini kaybetmediğinden son derece akıcı. Demirkıran’ın anlatım samimiyeti ve ince mizahı da bir o kadar eğlenceli.


Devam edecek olursam, romanın en öğütleyici tarafı, uykuyu 4 saate kadar çekecek reçete ve çizelgeyi aktarması. Aynı zamanda kişinin kendisiyle yüzleşmesini sağladığı için de, kişisel gelişime ilgi duyanların da zevkle alarak okuyacağına inanıyorum.


Metnin didaktik kısmının tamamlanmasıyla birlikte, Demirkıran kurgusuyla akıcılığına okurun ilgisini kaybetmeden devam ediyor. Dr. Kendyn Sandyn, değişimini yaşadıktan sonra son derece yararlı ve başarılı doktora, aynı zamanda da kitleler tarafından peşinden gidilen (33 doktordan oluşan bir kitle) bir lidere, bir bilgeye dönüşüyor. Almamız istenen mesaj, bu öğütler ve uygulamalardan sonra başarıya ulaşmış uzun ömürlü BÜYÜK ADAM olacağımızın garantisi – en azından kayda değer bir çabayı bile takdir etmeyi ve birşeyler yapıyor olmanın verdiği gururla gelen hazzı hissetmeyi öğrenmemiz mümkün.


Son olarak, Demirkıran’ın roman boyunca değindiği farklı alanları da aktarıp yazımı tamamlayacağım. Bu noktadan sonrası, benim romanda en çok hoşuma giden (birbiriyle alakasız olan paragraflar da olsalar aktarmak istediğim ve sizde merak uyandırabileceğini düşündüğüm) cümlelerden oluşuyor.


KISA KISA:


1.) “Ninni bir eğitimdir. Uyumak üzereyken bilinç neredeyse tam olarak kapanıyor ve bilinçaltı her zamanki gibi yine sonuna kadar açılıyordu. Anneler-babalar da buraya ya lahana dolduruyor [dandini dandini dastana, danalar girmiş bostana, ... , yemelisin lahanayı] ya da kainatın anahtarını koyuyorlardı.” (sf.133)


2.) “Dünyada en çok iki tip insanla karşılaşacaksın. Birisi ‘dolu dolu yaşadım!’ diyecek, ötekisi de ‘dolu dolu yaşayacağım!’ diyecek. İçlerinden çok azı da ‘dolu dolu yaşıyorum!’ diyebilecek. Bil ki ilk ikisi yaşamıyor!” (sf.162)


3.) “İnan bana ‘insanlar ortalama 60 yıl yaşar!’ diye ömürlerinizi bile kısalttınız; çünkü insanlar 50 yaşlarından sonra El-Ezize’nin kavurucu sıcağında gölge bekler gibi kalp krizi beklemeye başladılar. 150 yıl yaşayacağına inanan kaç kişi gösterebilirsin?” (sf.189)


Uzun lafın sonu: Öğretilmiş/İnandırılmış bilginin doğruluğundan şüpheniz varsa, ‘herkes böyle yaşıyor da doğru mudur ki?’ diye bir soru aklınıza bir kez bile geldiyse, Erdal Demirkıran – Sadece Aptallar 8 Saat Uyur; okunmalı.
Author: on the way to wonderland
•23:12

Sonunda üniversiteden mezun oldum ve iş arama sürecindeki tatildeyim. Bol bol kitap okuyorum, degileri baştan sona inceliyorum. Son birkaç kitap alışverişim esnasında D&R’daki kalabalık beni umutlandırmıştı; kitap satışlarında bir hareketlenme olduğuna dair seviniyordum. Ta ki her sayısını takip ettiğim NOTOS’un 23. sayısının Semih GÜMÜŞ tarafından yazılmış ilk sözünü okuyana dek... Sektörün kıdemlisinin ağzından kitap satışındaki düşüşün yüzde 70’lere vardığını içim sızlayarak okuduğumda, bir kez daha umutsuzluğu hissettim.


Bir yandan National Geographic seyredip, Asya’nın ya da Afrika’nın kabilelerini, hayatlarını ve kültürlerini gördükçe ülkemizin gelişmiş, endüstriyel konumca ileride ve ‘modern’ olduğuna kanaat getirdiğim noktada bile, Avrupa seviyesinde olduğumuzu idda edebilmemiz için daha bir kütüphane dolusu kitap okumamız lazım...


Ülkemizde sanata, kültüre ve bilgiye verilen önem öyle bir noktadaki...


Bir yandan Akbank ve Garanti Bankalarının sanat etkinlikleri, Jazz Festivalleri, Operalar, İKSV Film Festivalleri, İstanbul 2010 Kültür Başkenti Etkinleri ve sayamadığım daha nice etkinlikler memnun edici ve hatırı sayılır bir oranda devam ederken, diğer yandan düştükçe düşen kitap ve dergi satışları oranı yayıncılık sektörünü tehlikeye sokuyor; nice müzisyenler, ressamlar ve diğer sanat dalları mensupları projelerini gerçekleştirecek maddi birikimi bulamıyorlar...


Görünen o ki, ülkemizdeki etkinlik ve projeler, estetik algımızı geliştirmekte ve sanatın önemini anlamamızı pekiştirmekte yetersiz kalıyor. Halbuki internetin yaygınlaşmasıyla inanılmaz hızla artan ‘bilgiye erişim’ ve sınır tanımaz paylaşım sayesinde sanat ve estetik yabana atılamayacak kadar yakınımızda. Muhtemelen çevremizdeki üç kişiden ikisi blog sahibi; gerçekten değerli görüşler paylaşan, kıymetli bilgiler aktaran insanların sayısı bir hayli yüksek. Yine de gözardı etmemiz gereken gerçek, kendimize yazıp kendimize okuduğumuzdur. Benim bu yazdıklarımı blog’umun okuyucuları zaten biliyorlar. Sorun da tam olarak bu. Bir avuç insan, başka bir avuç insana ulaşabilme çabasıyla sabır ve ümitle uğraşıyor...


Yine de bu yazılanlar evine 600TL getirebilmek için ağır işlerde koşuşturanlara (ulaşabilip okumalarını sağlasak bile) bir şey ifade etmiyor; evlerine yorgun argın geldiklerinde Dostoyevski okumalarını beklemek ya da haftasonu eğlenmek üzere pikniğe gitmek yerine resim sergilerini gezip tiyatro izlemelerini beklemek ne kadar anlamlı; bilemiyorum.


Bu yazı, ekonomi-devlet-millet-meslek-sanat konularını bağımsızlarmış gibi varsaymadan ve kendisi içinde bir kısırdöngüye oturmadan önce aktarmak istediklerimi anlatabildiğimi umarak bitmeli...


NOT: Eğer bu yazıyı yazmamı sağlayan o ‘ilk söz’ü merak ettiyseniz, NOTOS’un Ağustos- Eylül 23. sayısını D&R’da dergiler standından rahatlıkla temin edebilirsiniz. Hadi merak etmediniz varsayayım; o zaman da e-kitap nedir, ne değildir, detaylıca merak edenler için de bu sayıyı öneriyorum. NOTOS hakkında detaylı bilgi için: