Author: on the way to wonderland
•05:08

Hiç sebepsiz huzursuzluklarım, huysuzluklarım olurdu eskiden... Hayatımdaki danışılabilecek güvenilir insanlara danışırdım; dostlarıma, anneme, ablama... Yıllarca aynı öğüdü verdiler bana: “Kendine vakit ayır, kendinle yalnız kal, sevdiğin şeyleri yap, kendini tanı...” ve benzeri cümleler. Anlamadım demek istediklerini. Hele önceleri, “ Ne yani, kendimi odama mı kapamalıyım? Görüşmemeli miyim kimseyle” gibi düşüncelere kadar çekiştirdim söylenenleri. Şimdi biliyorum ki, zamanı gelmedikçe anlaşılmazmış sözler... Ve anlıyorum ki alınganlık, ego, korku engellermiş dostlara bile güvenmeyi; altında hep birşeyler aranırmış sözlerin...

Beni tanıyan bilir; hep bir huzur arayışındayımdır; durgunluk ve güven huzur verir bana derim. Uzun zaman oldu huzuru aramaya başlayalı. ‘Eşref Saati’ derler ya, - anlamını geç öğrensem de sevdim – işte O’na erişene kadar aradım durdum. Keşfim de oldukça yeni zaten... Son birkaç seferdir dikkat ettim gerçekten huzurlu olduğum anlara. Huzur deneme – yanılma değilmiş; huzur hissedip – anlamaymış...

Saat 03:51 (am). Ne hissettim? Ne anladım...?



Çok yorucu bir gün geçirmememe rağmen, geçen haftaki İlkbahar Tatili’nden sonra üzerime oturan Pazartesi günü sendromunu Salı da atlatamadım ve iki saat derse gittim bir saat de ders çalıştım diye yoruluverdim. Öğrenci işte; yorulmaya meraklı. Yorgunluk banyosu da yaptım sıcak sıcak, iyice çöktü uyku üzerime... Halbuki ödev falan yapmayı planlıyordum. Sonra - tabir-i caizse – yalan oldu ödev yapma gazı. Gelinen nokta: “Eeee? Sanki şarap mı alsam?”

Şaşılacak şey değil söz konusu benken. Hele bir de parti vardı okulda; gitmemeye binlerce kararsızlık sonunda karar verince (e şimdi millet partide içiyor ya!) içmemek olur muydu? Olmazmış. Şarabımı aldım geldim odaya. İlk bir bardak bitmedi gitti; saati gece bir etti! Gece birde aldım elime kitabımı (Paulo Coelho – Brida). Brida ruh eşini aradıkça yudum yudum içtim Öküzgözü’nün tadını ala ala. Bir de şarkıyı loop’a aldım (ŞİDDETLE TAVSİYE): Fleetwood Mac – Songbird. Kulağımda hatun “seni seviyorum, seni seviyorum, daha önce hiç sevmediğim kadar” derken ve gözümün önünden “Ancak arzularımızı, isteklerimizi kabullenerek kim olduğumuzu anlamaya başlayabiliriz” –vari cümleler aktıkça huzurumun arttığını; ayağımı uzattığım yurt komidininin bile rahat geldiğini hissettikçe aradığım ‘şeyi’ tesadüfen farkettim... Demek ki eşref saati gelmiş... Mi? Sanırım... Umarım...

Peki. Yarın üç saat blok dersim varken, dünyevi dünyadan sıyrılmış, huzurumun tadını çıkarıyor muyum? Çıkarıyorum ve hiç pişman değilim... Uyanamasam da, derste uyuklasam da biliyorum ki ‘an’ın tadını çıkarıyorum. Diğer bir öğüt (kendime verdiğim): “Dün de bir gün önce ‘bugün’dü, yarın da bir gün sonra ‘bugün’ ve bulunduğun an aslında üçe ayrılan zaman diliminin tek hali; ‘an’, ‘şu an’ ve ‘bugün’”. ‘Carpe Diem’ yaşayanlara hiçbir zaman anlam verememiştim; kıskanmıştım, kıskandıkça nefret duymuştum çünkü zamanı gelmediğinden anlamamıştım...

Şimdi... Tam şu an... Hayatımın anlamı aslında çok basit gözümde. Zamandan, mekandan, dünyadan bağımsız bir huzur... Hani milletin ‘cennet’ten beklediği tarzda. Saat 04:20 (am). Ve ben kendi cennetimdeyim... Şaraptan derelerin aktığı, aşkın havada koklandığı, kelimelerin gözümün önünden uçuştuğu, huzurun iliklere işlediği ‘cEnnet anında’yım... Ve anladığım tek şey; zamanı gelmedikçe anlaşılmazmış sözler; yaşanmalıymış... Huzur...

Artık eskiden uzun yolculuklarda olduğu gibi uyuyakalmıyorum; arabanın camını açıp vadileri kokluyorum, yeşilleri izliyorum....
Author: on the way to wonderland
•01:54

İnsanların hayatın anlamını yüzyıllardır aşk üzerinden aradıklarını savunuyor Hande Altaylı romanının bir cümlesinde. Eğer bu savı doğru kabul edersek, “Aşka Şeytan Karışır” romanından öğreneceğimiz çok şey var. 

İster aşk romanı olsun, ister Freud olsun, ister didaktik bir roman olsun; altını çizerek okuyorum bir süredir kitapları. Hande Altaylı’nın bu romanında öyle yerler vardı ki, tüm sayfanın altını çizeceğim korkusuyla sayfanın köşesini kıvırdım.

Önceden belirtmek lazım; renkleri siyah ve beyaz, insanları da iyi ve kötü, ahlaklı ve ahlaksız diye ayırıyorsanız muhtemelen roman sizi çok rahatsız edecek. Bir de aldatmak ve aldatılmak romanda işlenen ana konulardan; zaafınız varsa dikkatli olun.

Romana dönelim... Her ne kadar ‘esas kız Aslı’ ve ‘esas oğlan Ömer’ başı çekseler de, romandaki diğer karakterlerin varlığı da son derece gerçek ve vurucu. ‘Esas kız Aslı’ ölen teyzesinin son sevgilisine aşık olur. İki yıl sonra, sevgilisinin karısından ayrılma niyeti olmadığı için sevgilisini terkeder ve kayıplara karışır. Okumamışlar ve okumak isteyenler için hikayeyi anlatmaya yanaşmıyorum ama bir kadının tutkulu ve şiddetli bir aşkı atlatmasının – atlatma çabasının – tüm basamakları bu romanda mevcut. Eğer insanın doğasını, en kuralsız, en çiğ, en bireysel ve en içgüdüsel halini yazmaya çalışsaydım ve başarabilseydim; insanın yapabileceklerini, kural tanımaz, limitsiz, belki de en engellenmemiş ve doğal halini yazabilseydim ortaya bundan farksız bir roman çıkardı. 

Hande Altaylı’nın savunduğu bir diğer düşünce ise, ‘bir insanın yapabildiğini tüm insanlar yapabilir’ savı. Mesela, ‘büyük konuşma, başına gelir’ denmesinin sebebi bu olabilir. Çoğumuz ‘asla yapmam’ dediğini yapmış olabilir; bu ‘seni asla affetmeyeceğim’, ‘bir daha asla ağzıma alkol sürmeyeceğim’ gibi de olabilir, ‘asla evli biriyle beraber olmam’, ‘ asla arkadaşlarımın sevgililerine bakmam’ veya ‘asla aldatmam’ gibi de... İnsanların yapabileceklerinin sınırını bilmek; en kuralsız, sınırsız halleriyle gelebilecekleri en uç noktayı gözlemlemek ve kabullenmek hem korkunçtur, hem de gerçekçidir. Korkunçtur, çünkü yaradılış itibariyle aynı sınırsızlık altında sergilenebilecek davranışlar potansiyel olarak herkese özgüdür; buna siz de dahil. Gerçekçidir, çünkü hayatta böyle kimselerle karşılaşma potansiyeliniz her an için vardır. Kısaca, hayatta herşey mümkündür; her olay ve davranışa karşı soğukkanlı kalabilmeyi bilmek gerekir. Yargılanan, ayıplanan davranışların doğamız gereği bizim tarafımızdan da sergilenmesi her an mümkündür ya da bu davranışlarla karşılaşmaya sandığımızdan da yakınızdır.
Bana kalırsa bu noktadaki en önemli konu, öncelikle doğamızın bize yaptırabileceklerini kabullenmek, şiddetle kınamak yerine mantık yoluyla ve soğukkanlılıkla reddetmek (veya kabul etmek) ve davranışlarımıza yön verenin yaptığımız seçimler olduğunu bilmektir. Zaten bizi farklı kılan düşünebilmek yeteneğimizse, aklımız içgüdülerimize ve içgüdülerimiz aklımıza eşlik etmekle mükellefse, seçimler aslında hayatımızın bizzat kendisidir. Ve kendi seçimlerimiz bizim ne veya kim olduğumuzu tanımlar...
 
İşte aşk üzerinden insanın sınırlarını anlatmaya çalışıyor bu roman. Belki de söz konusu insan olduğunda, duyduğumuz, gördüğümüz, şahit olduğumuz, tecrübe ettiğimiz her şeyin mümkün olduğunu gözler önüne seriyor. İnsanı tanımaya cesareti olan herkes okumalı; hem de altını çize çize...

Author: on the way to wonderland
•02:01

Rüzgarsız bir mayısın gün doğumunda küçücük bir gölün dalgalı olması ne kadar mümkünse, şeritler halinde bulutların arkasına saklanmışken kuzey yarım küreyi aydınlatmaya yemin etmiş güneşin de insanın içine huzur yağdırmaması o kadar mümkün. 

Çok garip ve hüzünlü bir sabah. Saat 6 civarı. Göl dalgalı ve bu muhteşem manzaraya bakarken içinde burukluk küçük ve zayıf bedeninde gizlenemeyecek kadar hissedilir. 

Manzara, dünyadaki en yetenekli ressamın elinden çıkmış bir tablodan bile daha güzel... Tanrı’nın haberi insanlığa... Sabah oldu, uyanın, bakın.

Gölün karşısında, yeşilliklerin en tepesine dikilmiş elektrik direği arşa ulaşmış sanki, güneşi gizlemeye niyetli, sanki elini uzatsan tutabilecekmişsin gibi parlayan bulutlar yetmiyormuş da...

Bir ördek, kuğu zarifliğinde süzülüyor yavaşca suyun üzerinde, gerisinde gittikçe büyüyen bir iz bırakarak. “Ben buradayım” diyebilmenin en saf hali...

Göl yükselmiş, yaza hazırlık yapan sırf canlılar değil...

Güneşin şımarıklığı tutmuş bugün; bir görünüyor, bir gizleniyor, istenmeye hazırlanan nazlı genç aşık bir kız gibi. Ya da karar veremiyor tam karşısına oturmuş şu kalbi kırık kızı ısıtsa mı ısıtmasa mı.

Bir tüy süzüle süzüle önüne kadar geldi kızın; kız elini uzattı, suyun üzerinden kurtardı sürüklenen tüyü saklamak üzere. Ne garip, tüy ıslak bile değil... Tüyün sahibi tam şu anda kızın sadece biraz ötesinde, karaya çıkmış kendisini temizliyor. 

“Arınmak ne güzel şey, Tanrım” diye geçiriyor kız içinden. Keşke bu huzurdan çıkıp beton yığınına hiç dönmese. Keşke yelkovan akrebi kovalamaktan vazgeçse, keşke hayat güneşin doğuşu kadar şevkatli ve umut vaad edici olsa...

Keşkeleri bırakalım bir kenara
Sıkıntımızı çıkaralım açığa
Fırlatıp atalım dalgalı suya
Sürüklense geri gelmemek üzere bir daha...

Önde anne ördek, arkasında sırayı bozmadan onları takip eden beş bebeği... Kız, çirkin ördek yavrusu masalını düşündü. Mutsuzluğun ne kadar kolay olduğunu, derinlerde herkesin aslında bir parça mutsuzluktan asla kaçamadığını... Baktığı her yüz biraz hüzünlüydü aslında. Her yüzde kalmış acıların izleri. O kadar kötü değil demek ki hüzün, herkes tattığına göre...

Çok duygusal.
Çabuk etkileniyor.
Ağlamaklı sebepsiz.
Duygulu...

Hele bir de müzik eşlik ediyorsa hüznüne. Bu sessizlikte tek başına. Bu manzara, bu melodi, bu hayat...

Hayat...

Neyi özlediğini bilmeden sadece özlem hissediyordu, tatlı bir burukluk.

Tek bir melodi anlatabilir kelimelerin anlatamadığını. Okunan kocaman bir kitap, izlenen onlarca romantik film, bakılan heykel, resim, ağlatamazken tek bir melodi, tek bir şarkı burnu kızartır önce, çeneyi titretir, katıla katıla ağlatır...

Ne kadar çok duygu var insanın içini dışına taşıran da bir türlü tasvir edilemeyen. İnsan ne kadar yüklü, ne kadar da dolu. Taşıması, bastırması, susturması ne kadar zor aslında da bu kız duvar gibi ifadesiz bir yüzle oturuyor orda. İçinden neler geçiyor, bütün baktıkları, gördükleri neler hissettiriyor ona da o ustaca saklıyor. İçi kan mı ağlıyor yoksa sevimli bir bahar sarsıntısından mı ibaret hisleri? Hasret mi çekiyor? 

Yüzünü okumak imkansız, hele dillendirmek söz konusu bile değil. 

Kaygıları bırakmış gül bahçesinden geçerken, gömmüş toprağa. Hislerini kabullenmeye, hatta yaşamaya gelmiş gibi bir hali var. Keyifli mi hüzünlü mü, belli değil. Belki tam ortası. Belki ikisi de. Belki hepsi. 

Çok şey hissediyor...

(2009)